4 Şubat 2016 Perşembe

Avrupa'daki Müslüman Göç Sorunları -1

0 yorum
      BM verileri, hali hazırda dünya çapında 59 milyon insanın, savaş, iklim değişikliği, kuraklık, yoksulluk ve işsizlik ya da siyasi baskı yüzünden ya kaçmakta ya da göç etmekte olduğunu gösteriyor. Tabi ki göçün kökleri sadece yoksulluk, kuraklık veya siyasi baskılar değil, zira küreselleşme, son on yıllarda uluslararası ekonomi siyasetleri, iletişim araçlarına daha kolay ulaşabilme, ve de büyük güçlerin askeri ile güvenlik siyasetleri gibi konular, bu olayda etkilidir. Günümüzde Avrupa kıtası dünyada en büyük ve eşsiz bir göç dalgası ile karşı karşıya. Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Yunanistan gibi ülke vatandaşları zayıf ekonomi ve mali krizden acı çekerken, dünya ekonomik krizinden çok daha zararlı çıktılar bu yüzden Almanya, Fransa ve İngilizlere gibi Avrupa’nın zengin ülkelerine göç etmeyi, rahat bir yaşama ulaşma olarak görüyorlar. 

    Schengen anlaşması bu yolda Avrupalı göçmenlerin yolunu açmıştır, bu yüzden aralarında bayan Marin Lopen’in başkanlığında olan Ulusal Cephe partisinin de bulunduğu Fransa’nın sağ grupları, AB’nin zayıf ülkelerinden diğer ülkelere göçün kontrol edilmesi için sürekli schengen anlaşmasının lağvedilmesini istiyorlar. Fakat günümüzde Avrupa iki büyük göçmen akımı ile karşı karşıya, biri Afrika’dan ve Libya üzerinden, diğeri ise Asya ve Türkiye üzerinden. Son verilere göre 2015 yılında en az bir milyon sığınmacı, Avrupa'ya girmiştir ki bu sayı 2014 yılına göre 4 kat artmıştır. Bu arada yaklaşık 3 bin 700 sığınmacı da Avrupa yolculuğu sırasında Akdeniz'de hayatını kaybetmiştir. Avrupa'ya ulaşmak isteyen savaş mağdurlarının çilesi ve sığınmacıların zorlukları, bir çoğunun Akdeniz'de boğularak can vermesi, Avrupalı hükümetlerin sığınmacılar ve göçmenlere karşı davranışlarında yaşanan sayısız insan hakları ihlalleri bir yandan ve IŞİD gibi faşist teröristlerin bazı Avrupalı ülkelere saldırıları ve ardından Müslümanlara karşı artan şiddet olayları, Avrupa'ya göç  konusunun bir kez daha dünyanın ilgi odağına yerleşmesine sebep oldu.

    Almanya, İngiltere, ve Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde Müslüman nüfusunun artışından duyulan endişe, göçmenlere kısıtlamaların uygulanmasına dair kararların alınmasına yönelik isteklerin artmasına sebep oldu. Avrupalı ülkeler, göçmenlerin artan dalgası karşısında bir çok sorunla karşı karşıya iken, Avrupa'da göçmenlere karşı etkili bir siyasetin olmaması ise sorunları daha da arttırıyor. Suriye, Afganistan, Libya ve Irak'ta yaşanan kriz, Avrupa'nın "II Dünya Savaşı" ardından eşsiz olan bir göç dalgası ile karşı karşıya getirmiştir. Bazı göçmenler yolculuk sırasında hayatını kaybederken, diğer bazıları da çok uygunsuz bir yaşamı, tecrübe ediyorlar.
Avrupa'ya göçün en önem sebeplerinden biri, Ortadoğu ve Afrika'da yaşanan siyasi ve ekonomik değişikliklerdir. Başka bir ibaretle Afrika ve Asya'da yaşanan kötü siyasi, ekonomik ve güvenlik şartları, Avrupa'ya göç dalgasının yoğunlaşmasında etkilidir. Bu konu, Avrupa ve göçmenler için iki taraflı bir soruna dönüşmüştür. Avrupa ülkeleri bu olaya karşı hala ortak bir karar varamadılar. Göç olayı bir yandan Avrupa'yı diğer yandan da göçmenler ve sığınmacıları bir çok sorun ve zorluklar yaşamaya mecbur bırakmıştır.

    Bu bağlamda bazı araştırmacılar günümüzde AB'de göçmenlik, sosyal gelişmeler yatağında bir güvenlik meselesine dönüştüğü kanaatindeler. Görünüşe göre hem gerçek yaşam davranışlarında ve hem akademik araştırmalarda göçmenlik ve sosyal güvenliği arasında her gün artan bir bağ vardır. Bu yüzden Kopenhag okulu teorik çerçevesine binaen, AB'de göçmenlik ve sonuçları incelenecek. Kopenhag okulunda güvenlik, algı veya söylem bakımından sosyal, kültürel veya siyasi bir konu, güvenlik meselesine dönüşmekte. Güvenlikleşme, aslıdan sosyal teamüller sürecinde normal ve sıradan alandan güvenlik alanına giren bir konudur. Bu yüzden konu ile ilgili etki ve tepkiler de güvenlik yönelişler çerçevesinde gerçekleşir. Bu çerçevede güvenlik konuları önceden belirlenen konular değildir, sosyal teamüllerin çeşidi, güvenlik konularını belirler. Başka bir ifade ile güvenlik konuları, sosyal teamüllerin ürünüdür ve muhatabın kabul ettiği zaman, bir güvenlik meselesine dönüşür.

      Göçmenliğe olan bakış açısı 1980'li yılların ortalarından değişti. Göçmenlik her geçen gün, Avrupa'daki ikinci nesil göçmen nüfusunun artması bir yandan, göçmenlik ile sığınma talebi arasındaki bağ ile sığınma talebi diğer yandan, arttı. Bu bağlamda yasadışı göçmenlik ve sığınma talebi arasında direkt bir orantı var. Buna göre yasa dışı göçlerin artması ile Avrupa'da ortak yasalara ve Avrupa göç politikası bütünlüğüne daha fazla ihtiyaç duyuldu.
Ardından 7 Şubat 1992'de imzalanan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun AB olması yolundaki son adım olan ekonomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yoluna girdiği Maastricht Antlaşması göçmenliği AB'de hükümetler arası yasa konusu olarak tanıttı. Bu dönemde Avrupa devletleri, göçmenliğin bir milletin kültür yelpazesi ve hükümetin refahı için bir sorun olarak tanıttı. 90'lıyıllaraın sonları ve özellikle de 11 eylül 2001 olayları ardından göç konusu giderek güvenlik alana girdi.

      Avrupalı hükümetler açısından göçmenlik ve sığınmacılık, uluslararası şiddet, aşırıcılık ve terörizm ile bağdaşan güvenlik konusudur, zira 3.nesil göçmen Müslümanlar, hüviyet bakımından Avrupa hüviyeti ile uyum sağlayamadı. Aslında Avrupalı ev sahibi ülkeler, göçmen Müslümanlarla yapıcı bir ilişki kurmakta yetersiz kaldı ve hatta bazıları, Müslümanların kültürel değerlerini örseleyerek, onları Avrupa’nın değerleri ile bağdaştırmaya çalışarak, Müslümanları Avrupalılaştırmaya çalıştı. 3.kuşak Müslüman gençlerin ev sahibi toplumlarla karışmaması, bir yandan onların ev sahibi toplumlarla arasındaki mesafe ve uçurumu daha da derinleştirirken, Müslümanları hem dinleri nedeni ve hem sosyal ayrılıkçıları genişletti, diğer yandan da ev sahibi toplumlar arasında islamofobi ve yabancı düşmanlığı duygularının artmasına sebep oldu.

     İsviçre, Hollanda ve Danimarka gibi bazı Avrupa ülkelerinde göçmenlere karşı sağcı partiler gücünün artmasına sebep olurken, Almanya’da PEGİDA gibi göçmen karşıtı ve İslam düşmanı grupların şekillenmesine yol açtı, bunlar ise batıda İslam ve Müslüman düşmanlığının artmasının bariz göstergesidir.
Bu süreç bir yandan gençlerin radikal gruplara yönelmesi ve kurallara karşı aşırı davranışlarda bulunmasına sebep olurken, diğer yandan da göçmenliğin güvenlik bir meseleye sebep oldu. bu süreç göçmenliği mahiyetinin, sosyal bir konudan siyasi güvenlik bir meseleye dönüşmesine sebep oldu. Bu süreç son yıllarda ev sahibi ülkelerin göçmenlere karşı davranışlarını değiştirdi ve başta sağcı partiler olmak üzere göçmenlik karşıtı akımların güçlenmesine, sosyal huzursuzlukların yaşanması için ortam oluşturdu. Günümüzde göçmenlik konusuna, Avrupalı ülkelerin ulusal hüviyetinin değişmesi olarak yaklaşılıyor; batı uygarlığını zayıflatacak temel faktörlerden biri olarak tanıtılıyor. Bu bağlamda göçmenlik alanında güvenlik konusu, genelde sosyal düzende yaşanan sorunlara bir yanıt olarak kullanılıyor.


3 Şubat 2016 Çarşamba

ABD, Rusya, Suriye Kürtleri ve Cenevre Görüşmeleri

0 yorum

                                                                       

İki hafta üstüste iki ayrı toplantıda AB'li yetkililere ve karşılaştığım Amerikalılara bir gözlemde bulundum:
“ABD’nin Suriye eksenindeki Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere’sini hatırlatıyor. Birbirine karşıt güçlere, aynı konuda ve aynı alanda tutamayacakları sözler veriyorlar.”

Suriye konusunda Amerikan-Rus ortak sponsorluğunda BM gözetiminde başlatılan Cenevre-III’te Suriyeli Kürtlerin en önemli siyasi temsilcisi PYD’nin sanki Kürtler, Suriye coğrafyasında yer almıyormuş, uluslararası sistemin Suriye’deki “bir numaralı hedefi” olan İD’ne (IŞİD) en etkili savaşkan gücü ifade etmiyormuş ve dahası bugün Suriye topraklarında Lübnan’ın üç misli büyüklüğünde bir alana hükmetmiyorlarmış gibi “masada yer almaması”na ilişkin olarak (28 Şubat tarihli Radikal yazısında) şu satırlara yer vermiştim:

“... Ankara ile PYD tercihi, Türkiye’deki iktidar tarafından Washington’un önüne sunulunca, Amerika, ‘dişlerini gıcırdatsa’ da, ‘şu aşamada Ankara’ demiş oldu.

                                                                                 3.02.2016
Cengiz Çandar


PYD’yi ‘terörist’ görmek bir yana... ‘müttefik’ görüyor olsa da, PYD, öncelikle IŞİD’e karşı savaşan bir güç. Ama, Cenevre’de başlatılmak istenenin, rejim ile onunla savaşan muhalifleri arasındaki müzakereler olması, PYD’nin Ankara’ya ‘feda edilmesi’nin bir izahı sayılabilir. Her ne olursa olsun, Batı’da PYD’yi ve PYD üzerinden Kürtleri Rusya’ya kaptırma kaygısı önümüzdeki dönemde öne çıkacağa benziyor…

ABD’nin bu kez Kürtler'in çıkarlarını gözetmek ve durumu dengelemek için, bir şeyler yapmaya çalışması gerekebilir.”

Bu tespitin doğrulanması için çok beklemeye gerek kalmadı. Hafta sonu, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk, yanına İngiliz ve Fransız temsilcilerini alarak, adeta bir gösteri halinde, Kobani’yi ziyaret etti.

Bir ABD yetkilisinin –üstelik Suriye Özel Temsilcisi- bırakın Kobani’yi yani Rojava’yı, Suriye topraklarında 2012’de Büyükelçi Robert Ford’un ülkeyi terketmesinden sonraki ilk ziyareti bu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu her gün basbas, “PYD de teröristtir” diye bağırıyor, PYD’yi “halkına katliam yapan rejimin işbirlikçisi” olarak aklı başında hiç kimseyi inandıramayacağı ipe sapa gelmez iddialarla etiketliyor ve tam bunların yapıldığı bir sırada, ABD’nin Suriye’ye en yüksek yetkilisi, kalkıyor Kobani’ye gidiyor; PYD, YPG ve özerk yönetimi oluşturan Tev-Dem yetkilileriyle iki gün geçiriyor.

Yani, Türkiye’nin müttefiki olan ABD, konu PYD olunca, Türkiye’nin ne dediğini pek umursamıyor.

Kobani, Suruç’un 10 kilometre ötesindeki Mürşitpınar’dan yürüyerek bir dakikada girilen bir nokta. Brett McGurk ve yanındakiler, NATO müttefiki Türkiye toprakları üzerinden değil, Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye’den havalanıp, PYD-YPG’nin elindeki Rojava bölgesindeki Rumeilan’a iniyorlar. Oradan YPG mevzilerinin güvencesi altında ilerleyerek, kilometrelerce yol yapıp Kobani’ye geliyorlar.

Bunun bir “sembolizmi” olduğu ve “mesaj” içerdiği, herhalde, apaçık ortada.

Dahası, Brett McGurk, Rojava’da iken, ABD Dışişleri’nin iki numarası Tony Blinken, Cenevre’de PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Blinken’ın Amerikan sistemi içindeki işlevinin, “Dışişleri’nin iki numarası” olmanın çok daha yükseğinde olduğunu bilen bilir.

Bütün bunlar, bir yandan, Suriye Kürtlerine, bir yandan da Ankara’ya mesajlar.

Zaten, geçen hafta, Washington’un PYD’nin “Cenevre masası”nda olmasından yana olduğunu yazdığımızda, bu “bilgi”yi kaynağımıza ileten iki yetkiliden biri Tony Blinken, diğeri ise Cenevre’de bulunan ABD’nin “Suriye muhalefeti ile ilişkilerden sorumlu” yetkilisi Michael Ratney idi.

Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden Cenevre-III’te temsili veya bir başka deyimle “Suriye’nin geleceğinde rol sahibi” olmaları, bir süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. Nitekim, Salih Müslim, haftasonu ANF’ye Türkçe yaptığı açıklamalarda “ABD ve Rusya heyeti ile yapılan bir dizi görüşme”ye ilişkin şunları söyledi:

“Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.”

Salih Müslim, ‘Bu görüşmelerde doğrudan sizin Cenevre-III’e dahil edileceğiniz dile getirildi mi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:

“Evet söylediler. Ama bunun içinde yine aynı şekilde zamanlamanın önemli olduğunu ifade ettiler…”

Son gelişme şu: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Salih Müslim ile Cenevre’de bir kez daha görüştü. Salih Müslim, Rus yetkiliyle görüşme sonrası şöyle dedi:

“Rus heyeti bu görüşmemizde bizlerin yani PYD’nin bir süre sonra Cenevre-III görüşmelerine dahil edileceğini ama biraz sabretmemiz gerektiğini söyledi.”

Müslim, Rus heyetinin kendilerine “Kürtlerin Cenevre-III’e katılması gerektiğini, Cenevre-III’te alınan ilk kararların değerlendirilmesi için 20’ye yakın devletin içerisinde bulunduğu Uluslararası Suriye Destek Grubu tarafından 11 Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilecek toplantıda bir kez daha dile getireceğiz ve bunda ısrarlı olacağız” dediklerini de bildirdi.

Türk diplomasisi, PYD ve Kürt meselesi üzerinden uluslararası alanda yine bir “muharebe alanı”nda boy gösterecek demektir. Eğer, Münih Toplantısı, “perde arkası”nda sağlanacak bir “ABD-Rusya uzlaşması”nı yansıtırsa, Türk diplomasisinin bu “ikili”ye karşı fazla geniş bir manevra alanı olamaz.

Türkiye’nin ABD-Rusya ikilisine karşı geniş bir diplomatik manevra alanı yok ama Suriye Kürtlerine karşı savaşı “cephe gerisi”nde yürütmek ve bunu istediği sonucu ulaştırmak için “Cizre-Sur hattı”nda çok güçlü bir iradesi var.

Ankara, kendi Kürt yerleşimlerine yönelik “savaş hukuku” kurallarını bile işlemez hale getirecek şekilde “askeri operasyonları”na ve “psikolojik savaş”a tam istim devam ederken, Rusya da, sınırın öte yanında “Türkiye ile ilişkili Suriyeli oyuncular”a yönelik amansız bir bombardıman kampanyasına girişmiş bulunuyor.

Öyle ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Ürdün’de Rusya’dan şikayet ederken, “Yaptığımız herşeyin Rusya’nın yaptıklarının altında kalması benim için sürekli bir üzüntü kaynağı. Ruslar, konuşalım diyorlar ve ardından konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar. Ruslarla sorun, bir yandan konuşuyor, bir yandan da bombalıyor ve Esad’ı destekliyor olmaları” diye hem bir “gerçek fotoğraf” yansıttı, hem de “acz” ifade etti.

Bu arada, Rusya Savunma Bakanlığı, sadece son bir hafta içinde 468 hava bombardımanı gerçekleştirdiğini ve 1300 “terörist hedefin vurulduğunu” açıkladı. (Herkesin “teröristi” farklı…)

Rusya’nın yoğun bombardımanları, Bayırbucak bölgesinde Türkmen bırakmazken, Suriye ordusu da Rus desteği sayesinde Halep’in kuzeyinde, Türkiye’nin muhaliflere ikmal hattını kesmeyi hedef alan operasyonlar başlatmış durumda.

Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izlemeden Türkiye’deki akıl tutulmasına akıl erdiremezsiniz.


Türkiye’ye hükmeden irade, bu kafayla, aslında sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaadediyor.


2 Şubat 2016 Salı

İsrail İşgali

0 yorum
İnsan Hakları İzleme Örgütü 19 ocak 2016 tarihinde Filistin özerk teşkilatı başkanı Mahmut Abbas ile Ramallah da yaptığı görüşmede, kendisine verdiği raporda, işgal edilen Filistin topraklarında yasadışı inşa edilen Siyonist işgal sitelerin yapımında uluslararası ve Siyonist firmaların yatırım yaparak katıldığını belirtti. Söz konusu rapor, "Siyonist rejim ticareti, Yahudi site inşaatında ticari firmaların faaliyetleri, insan haklarını ihlal ediyor" başlığı ile yayınlandı. Rapor, yasadışı faaliyetlerde bulunan firmaların uluslararası yasalarca belirlenen taahhütleri ve uluslar arası ticari faaliyetlerin hukuki boyutları, ayrıca söz konusu firmaların Siyonist rejimin Filistin milletlerine karşı ırkçı düzenine ortak olmaları, Filistinlilerin doğal kaynaklarına el koyarak yağmalamaları ve yine firmaların Siyonist rejimin sömürgecilik düzeninden yararlanma yöntemleri belirtiliyor.

En az yarım milyon Siyonist, doğu Beyt-ul Mukaddes, Ürdün nehri batı yakası ve işgal edilen Filistin topraklarında inşa edilen 237 sitede yaşıyorlar. Gerçi Siyonist rejim, inşa ettiği işgal sitelerinin olanaklarını sürekli arttırmaya çalışıyor, fakat sitelerin yayılmasında ticaret de önemli ve anahtar rolü söz konusu.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Filistinli haklarının Siyonist rejimce ihlal etmesinde, ticari faaliyetlerin nasıl yardımcı olabileceği ve sitelerde çalışan firmaların ise sitelerin yayılması ve kalkınmasını nasıl sağlayabileceklerine değiniyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü, raporunu, işgal edilen Filistin topraklarında site inşaatının desteklenmesinde İsrailli ve uluslararası girişimlerin rolü üzerine odaklanmıştır. İnsan Hakları İzleme Örgütü raporunda söz konusu firmaların Filistinlilere ait arazilere el koyma ve onların doğal kaynaklarına sulta kurmasında ortak olduklarını belirtti. Bu yüzden söz konusu firmalar, aslında Filistinlilerin doğal kaynakları ve servetlerini yağmalamakla birlikte, yasadışı Siyonist işgal sitelerde yatırımlar yaparak, Filistin halkının haklarını açıkça ihlal etmekteler.

BM ticaret kılavuzu ilkeleri ve insan hakları maddelerine göre, firmalar insan haklarına saygılı olmalı, insan haklarını ihlal etmekle sonuçlanacak olan ticaretlerin seviyesini düşürmeli. Fakat mahiyeti zaten Cenevre konvansiyonuna tamamen aykırı olan yasadışı işgal sitelerin inşaatına katılan firmalar, işgal rejim ile işbirliklerine devam ettikleri sürece, Siyonist rejim ile Filistin halkının haklarını ihlal çalışmalarına ortak olduklarını inkar edemezler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ticaret bölüm başkanı Arvind Ganesan şöyle diyor: "Site inşaatında ticaret, söz konusu firmaların Siyonist rejimin Filistin halkının evlerinden edinmesi ve onlara karşı ırkçı siyasetleri ile inkar edilemez işbirliğidir. Zira onlar Siyonist rejim ile bu işbirliği sayesinde, Filistinlilerin doğal kaynakları ve arazilerinin çalınması ve yağmalanmasına yardım ediyorlar. Bu yüzden onların tek çıkar yolu, insan hakları yükümlülükleri çerçevesinde çalışarak, İsrail sitelerindeki faaliyetlerini durdurmalarıdır.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, çeşitli firmaların Siyonist işgal sitelerindeki faaliyetleri ile ilgili raporunda, bazı firmaların direkt olarak site inşaatında çalıştıklarını, bazılarının ise site sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılama veya kent hizmetleri sunmakta olduğunu belirtiyor. Söz konusu sanayi sektörün çalışma gücü de çok az maaşla çalıştırılan Filistinli işçilerden temin ediliyor. İşgal toprakların da sanayi sektörü çok hızlı bir şekilde gelişmekte. Örneğin 20 sanayi bölgede yaklaşık bin fabrika bulunuyor. Buna ilaveten, Siyonist rejim, Filistinlilere ait yaklaşık 9 bin 300 hektar tarım arazisindeki ekinleri denetliyor. Burada üretilen ürünler Siyonist rejim etiketleri ile ihraç ediliyor.

Söz konusu her iki tarzdaki işbirliği, Siyonist rejimin insan severlik uluslar arası yasaları çiğnemesini kolaylaştırıyor. Cenevre 4. konvansiyonu işgalci bir gücün, sivilleri başka yere sürmesini yasaklarken, Uluslararası Ceza Mahkemesi kurucu antlaşması, direk veya dolaylı olarak sivilleri göçe zorlamanın bir savaş suçu olduğunu belirtiyor.
Söz konusu firmaların ticareti, pratikte Siyonist rejim ordusunca Ürdün nehri batı yakasında Filistinlilere ait arazileri işgal etmek ve Siyonist yerleşimcileri bu topraklarda inşa edilen firmalara göz etmesine yardım ediyor. Siyonist rejimin bu eylemi, aslında uluslararası insan severlik yasaların açık ihlalidir. Zira söz konusu yasalar uyarınca işgalci güçler, işgal edilen toprakların kaynaklarına sulta kurmaktan men edilmiştir. Bölgedeki bazı arazilerin sahipleri Filistinlilerdir, fakat Siyonist rejim söz konusu Filistinlilerin, Siyonist işgal sitelerine yakın olan kendi arazileri ve tarım bölgelerine ulaşmasını büyük oranda kısıtlıyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, başta Ürdün nehri batı yakasında site inşaatı ile bağlantılı olan ve özellikle de çimento ve bina inşaatı alanında faaliyet yürüten firmaları eleştirerek, Siyonist rejimin site inşaatlarını genişletmek amacı ile site işgal sakinlerin ve söz konusu firmalara arazi, su ve altyapıları temin ederek onlara mali destek sağladığını belirtti.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ayrıca Ürdün nehri batı yakasında site inşaatı alanında faaliyet yapan firmaların çalışmalarının durması gerektiğini belirtiyor; zira Siyonist siteleri bir çok konuda uluslar arası yasalar ve Filistinlilerin haklarını ihlal etmekte.

İnsan Hakları İzleme Örgütü ticaret bölüm başkanı Arvind Ganesan bu bağlamda şöyle diyor: Ticari firmalar, Filistin toprakları ve kaynaklarını kullanma konusunda kendi sorumluluklarını üstlenmeli, yasadışı site inşaatındaki işbirliğini kabul etmeli ve bedelini ödemeleri gerekir. Zira bu faaliyetleri Filistinliler ve haklarına önemli oranda hasar vermekte. Ticari firmalar bunu kabullenmeli , yanlış ve zaten yasadışı bir faaliyetten çıkar sağladıkları gafletinden uyanmalılar.
Siyonist rejim ordusu bir yandan Siyonist site sakinlerini işgal edilen Filistin topraklarına intikal ettirirken, diğer yandan Filistinlilerin kendi topraklarında geçişleri için kısıtlamalar getirerek, onları evlerinden avare edip, geniş bir şekilde insan hakları ihlallerini gözler önüne seriyorlar.

2000-2012 yılları arasında Siyonist rejimi, Filistinlilerin inşaat isteklerinin %94'ünü reddederek, bu insanlara kendi topraklarında inşaat izni vermemekte. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün araştırmalarına göre işgal altında Siyonist rejimin 11 madeninden 1'i , bir Avrupa firmasına aittir. Fakat korsan ırkçı rejim, 1994 yılından faaliyet yapan Filistinli bir firmaya yeni maden işletme izni vermiyor. Filistin Taş ve Mermer Birliği adı altında faaliyet yapan söz konusu firma, bağımsız bir şirket olarak ve en az 500 Filistinli firmanın temsilcisi olarak çalışıyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ayrıca Siyonist rejimin sömürgeci siyasetleri ve girişimleri, Filistinlilere ait doğal kaynaklara el koymak ve yasadışı benzer olaylarda 3. taraf yani uluslar arası toplumun sorumlulukları konularında bazı tavsiyelerde bulunuyor.
Söz konusu rapor, Siyonist sitelerde yatırımdan yaralanan ilk tarafın, Filistinlilerin doğal kaynakları ve arazilerini yağmalayan, işgal siteleri inşaatını destekleyen, apartayd sistemini izleyerek, geniş çapta kontrol noktaları kurmakla Filistin halkına baskı uygulayan ve kendi kaynaklarını kullanma izni vermeyen Siyonist rejimi olduğunu vurguluyor.
Raporun sonunda uluslar arası firmalardan Siyonist firmalarda yatırım yapmayı bir an önce durdurmaları istenirken, bu yatırımların, onların ahlaki ve yasal sorumlulukları ve taahhütlerinin ihlali olduğu belirtiliyor
 
© 2013 Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler | Designed by Making Different | Provided by All Tech Buzz | Powered by Blogger