3 Şubat 2016 Çarşamba

Zulümden Kaçanlar Uygur Türkleri

0 yorum
Uygur Türkleri bölgeye Doğu Türkistan diyor. 1949 yılında Çin hâkimiyetine geçince Pekin yönetimi buraya "Yeni Topraklar" anlamına gelen "Sincan" adını vermişti. Çin yönetimi 1955 yılında bölgeye özerklik verdi ve resmi adı Şincan Uygur Özerk Bölgesi oldu. Ancak Uygurlar bölgeye Sincan yerine tarihteki ismiyle Doğu Türkistan demeye devam ediyor. Çin yönetimi ise bu tanımın kullanılmasını "ayrılıkçılık" olarak nitelendiriyor.
Yeraltı ve yer üstü kaynakları bakımından zengin olan Sincan, Çin idaresine geçtikten sonra bu kaynakların da kullanılmasıyla gelişti. Bölgede refah seviyesi yükseldi. Ancak Uygur Türkleri refah seviyesi yükselen bölgedeki kaynaklardan yararlanamamaktan şikâyetçi. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılardan yakınıyorlar. İslama uygun yaşamanın "siyasi suçlu" olmalarına neden olduğunu savunuyorlar. Çocuk kotası nedeniyle bebeklerini devletten saklayarak büyütüyorlar.
Uygur Türkleri, Çin yönetiminin bölgeye Han Çinli nüfusu yerleştirerek asimilasyon politikası uyguladığını da iddia ediyor.
Uygurlar her geçen gün gelişen bölgede yeni açılan fabrikalara kendilerinin değil, Han Çinlilerinin işe alındığını söylüyor. Bu şikayetler insan hakları raporlarına da zaman zaman yansıyor. Yalova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan Dağcı ve öğrencisi Mustafa Keskin’in birlikte yayınladığı, "Çin’in Doğu Türkistan Politikası ve Azınlık Hakları bağlamında Hak İhlalleri” adlı araştırmaya göre de, Çin Doğu Türkistan bölgesini idaresine aldıktan sonra 1950 ile 1978 yılları arasında bölgeye 3 milyon Hanlı göç ettirildi. Böylece, 1953’te 300 bin olan Hanlı sayısı 1990’da 6 milyona ulaştı.
Çin, İnsan Hakları Örgütlerinin bölgede inceleme ve araştırma yapmasına izin vermediği için içeriden alınan bilgiler kısıtlı.
İnsan hakları örgütleri, insan hakları konusunda ilerleme sağlaması için Çin yönetimini sürekli olarak uyarıyor.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Asya-Pasific Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu, son yıllarda Uygur Türklerinin yoğun bir şekilde ülkelerini terk edip zorlu yolculukları göze almasını, "Siyasi baskılara ekonomik zorluklar eklenince Uygurlar yasal ve yasadışı yollarla daha iyi hayat kuracaklarını düşündükleri ülkelere gitmeyi tercih ediyorlar” diye açıklıyor.

Çin’in insan hakları yaklaşımı uluslararası standartlardan çok farklı ve devletin mutlak hâkimiyetini kutsayan bir yaklaşımı var. Bu yüzden bağımsız insan hakları kuruluşlarının Çin’de faaliyet göstermesine izin verilmiyor. Buna rağmen çoğu bağımsız insan hakları kuruluşu Çin’de ve özellikle azınlık bölgelerinde yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerinden bahsediyor. Çin Komünist Partisi genel olarak, siyasi olarak kullanılabilecek dini faaliyetlere ya izin vermiyor ya da çok sıkı sınırlama getiriyor. Meselâ, Ramazan’da Müslüman öğrencilerin oruç tutmasını yasaklamak okullarda çok yaygın bir uygulama.”

ABD, Rusya, Suriye Kürtleri ve Cenevre Görüşmeleri

0 yorum

                                                                       

İki hafta üstüste iki ayrı toplantıda AB'li yetkililere ve karşılaştığım Amerikalılara bir gözlemde bulundum:
“ABD’nin Suriye eksenindeki Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere’sini hatırlatıyor. Birbirine karşıt güçlere, aynı konuda ve aynı alanda tutamayacakları sözler veriyorlar.”

Suriye konusunda Amerikan-Rus ortak sponsorluğunda BM gözetiminde başlatılan Cenevre-III’te Suriyeli Kürtlerin en önemli siyasi temsilcisi PYD’nin sanki Kürtler, Suriye coğrafyasında yer almıyormuş, uluslararası sistemin Suriye’deki “bir numaralı hedefi” olan İD’ne (IŞİD) en etkili savaşkan gücü ifade etmiyormuş ve dahası bugün Suriye topraklarında Lübnan’ın üç misli büyüklüğünde bir alana hükmetmiyorlarmış gibi “masada yer almaması”na ilişkin olarak (28 Şubat tarihli Radikal yazısında) şu satırlara yer vermiştim:

“... Ankara ile PYD tercihi, Türkiye’deki iktidar tarafından Washington’un önüne sunulunca, Amerika, ‘dişlerini gıcırdatsa’ da, ‘şu aşamada Ankara’ demiş oldu.

                                                                                 3.02.2016
Cengiz Çandar


PYD’yi ‘terörist’ görmek bir yana... ‘müttefik’ görüyor olsa da, PYD, öncelikle IŞİD’e karşı savaşan bir güç. Ama, Cenevre’de başlatılmak istenenin, rejim ile onunla savaşan muhalifleri arasındaki müzakereler olması, PYD’nin Ankara’ya ‘feda edilmesi’nin bir izahı sayılabilir. Her ne olursa olsun, Batı’da PYD’yi ve PYD üzerinden Kürtleri Rusya’ya kaptırma kaygısı önümüzdeki dönemde öne çıkacağa benziyor…

ABD’nin bu kez Kürtler'in çıkarlarını gözetmek ve durumu dengelemek için, bir şeyler yapmaya çalışması gerekebilir.”

Bu tespitin doğrulanması için çok beklemeye gerek kalmadı. Hafta sonu, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk, yanına İngiliz ve Fransız temsilcilerini alarak, adeta bir gösteri halinde, Kobani’yi ziyaret etti.

Bir ABD yetkilisinin –üstelik Suriye Özel Temsilcisi- bırakın Kobani’yi yani Rojava’yı, Suriye topraklarında 2012’de Büyükelçi Robert Ford’un ülkeyi terketmesinden sonraki ilk ziyareti bu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu her gün basbas, “PYD de teröristtir” diye bağırıyor, PYD’yi “halkına katliam yapan rejimin işbirlikçisi” olarak aklı başında hiç kimseyi inandıramayacağı ipe sapa gelmez iddialarla etiketliyor ve tam bunların yapıldığı bir sırada, ABD’nin Suriye’ye en yüksek yetkilisi, kalkıyor Kobani’ye gidiyor; PYD, YPG ve özerk yönetimi oluşturan Tev-Dem yetkilileriyle iki gün geçiriyor.

Yani, Türkiye’nin müttefiki olan ABD, konu PYD olunca, Türkiye’nin ne dediğini pek umursamıyor.

Kobani, Suruç’un 10 kilometre ötesindeki Mürşitpınar’dan yürüyerek bir dakikada girilen bir nokta. Brett McGurk ve yanındakiler, NATO müttefiki Türkiye toprakları üzerinden değil, Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye’den havalanıp, PYD-YPG’nin elindeki Rojava bölgesindeki Rumeilan’a iniyorlar. Oradan YPG mevzilerinin güvencesi altında ilerleyerek, kilometrelerce yol yapıp Kobani’ye geliyorlar.

Bunun bir “sembolizmi” olduğu ve “mesaj” içerdiği, herhalde, apaçık ortada.

Dahası, Brett McGurk, Rojava’da iken, ABD Dışişleri’nin iki numarası Tony Blinken, Cenevre’de PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Blinken’ın Amerikan sistemi içindeki işlevinin, “Dışişleri’nin iki numarası” olmanın çok daha yükseğinde olduğunu bilen bilir.

Bütün bunlar, bir yandan, Suriye Kürtlerine, bir yandan da Ankara’ya mesajlar.

Zaten, geçen hafta, Washington’un PYD’nin “Cenevre masası”nda olmasından yana olduğunu yazdığımızda, bu “bilgi”yi kaynağımıza ileten iki yetkiliden biri Tony Blinken, diğeri ise Cenevre’de bulunan ABD’nin “Suriye muhalefeti ile ilişkilerden sorumlu” yetkilisi Michael Ratney idi.

Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden Cenevre-III’te temsili veya bir başka deyimle “Suriye’nin geleceğinde rol sahibi” olmaları, bir süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. Nitekim, Salih Müslim, haftasonu ANF’ye Türkçe yaptığı açıklamalarda “ABD ve Rusya heyeti ile yapılan bir dizi görüşme”ye ilişkin şunları söyledi:

“Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.”

Salih Müslim, ‘Bu görüşmelerde doğrudan sizin Cenevre-III’e dahil edileceğiniz dile getirildi mi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:

“Evet söylediler. Ama bunun içinde yine aynı şekilde zamanlamanın önemli olduğunu ifade ettiler…”

Son gelişme şu: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Salih Müslim ile Cenevre’de bir kez daha görüştü. Salih Müslim, Rus yetkiliyle görüşme sonrası şöyle dedi:

“Rus heyeti bu görüşmemizde bizlerin yani PYD’nin bir süre sonra Cenevre-III görüşmelerine dahil edileceğini ama biraz sabretmemiz gerektiğini söyledi.”

Müslim, Rus heyetinin kendilerine “Kürtlerin Cenevre-III’e katılması gerektiğini, Cenevre-III’te alınan ilk kararların değerlendirilmesi için 20’ye yakın devletin içerisinde bulunduğu Uluslararası Suriye Destek Grubu tarafından 11 Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilecek toplantıda bir kez daha dile getireceğiz ve bunda ısrarlı olacağız” dediklerini de bildirdi.

Türk diplomasisi, PYD ve Kürt meselesi üzerinden uluslararası alanda yine bir “muharebe alanı”nda boy gösterecek demektir. Eğer, Münih Toplantısı, “perde arkası”nda sağlanacak bir “ABD-Rusya uzlaşması”nı yansıtırsa, Türk diplomasisinin bu “ikili”ye karşı fazla geniş bir manevra alanı olamaz.

Türkiye’nin ABD-Rusya ikilisine karşı geniş bir diplomatik manevra alanı yok ama Suriye Kürtlerine karşı savaşı “cephe gerisi”nde yürütmek ve bunu istediği sonucu ulaştırmak için “Cizre-Sur hattı”nda çok güçlü bir iradesi var.

Ankara, kendi Kürt yerleşimlerine yönelik “savaş hukuku” kurallarını bile işlemez hale getirecek şekilde “askeri operasyonları”na ve “psikolojik savaş”a tam istim devam ederken, Rusya da, sınırın öte yanında “Türkiye ile ilişkili Suriyeli oyuncular”a yönelik amansız bir bombardıman kampanyasına girişmiş bulunuyor.

Öyle ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Ürdün’de Rusya’dan şikayet ederken, “Yaptığımız herşeyin Rusya’nın yaptıklarının altında kalması benim için sürekli bir üzüntü kaynağı. Ruslar, konuşalım diyorlar ve ardından konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar. Ruslarla sorun, bir yandan konuşuyor, bir yandan da bombalıyor ve Esad’ı destekliyor olmaları” diye hem bir “gerçek fotoğraf” yansıttı, hem de “acz” ifade etti.

Bu arada, Rusya Savunma Bakanlığı, sadece son bir hafta içinde 468 hava bombardımanı gerçekleştirdiğini ve 1300 “terörist hedefin vurulduğunu” açıkladı. (Herkesin “teröristi” farklı…)

Rusya’nın yoğun bombardımanları, Bayırbucak bölgesinde Türkmen bırakmazken, Suriye ordusu da Rus desteği sayesinde Halep’in kuzeyinde, Türkiye’nin muhaliflere ikmal hattını kesmeyi hedef alan operasyonlar başlatmış durumda.

Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izlemeden Türkiye’deki akıl tutulmasına akıl erdiremezsiniz.


Türkiye’ye hükmeden irade, bu kafayla, aslında sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaadediyor.


2 Şubat 2016 Salı

Avrupa'daki Müslüman Göç Sorunları

0 yorum
           BM verileri, hali hazırda dünya çapında 59 milyon insanın, savaş, iklim değişikliği, kuraklık, yoksulluk ve işsizlik ya da siyasi baskı yüzünden ya kaçmakta ya da göç etmekte olduğunu gösteriyor. Tabi ki göçün kökleri sadece yoksulluk, kuraklık veya siyasi baskılar değil, zira küreselleşme, son on yıllarda uluslararası ekonomi siyasetleri, iletişim araçlarına daha kolay ulaşabilme, ve de büyük güçlerin askeri ile güvenlik siyasetleri gibi konular, bu olayda etkilidir.
Günümüzde Avrupa kıtası dünyada en büyük ve eşsiz bir göç dalgası ile karşı karşıya. Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Yunanistan gibi ülke vatandaşları zayıf ekonomi ve mali krizden acı çekerken, dünya ekonomik krizinden çok daha zararlı çıktılar bu yüzden Almanya, Fransa ve İngilizlere gibi Avrupa’nın zengin ülkelerine göç etmeyi, rahat bir yaşama ulaşma olarak görüyorlar.

           Schengen anlaşması bu yolda Avrupalı göçmenlerin yolunu açmıştır, bu yüzden aralarında bayan Marin Lopen’in başkanlığında olan Ulusal Cephe partisinin de bulunduğu Fransa’nın sağ grupları, AB’nin zayıf ülkelerinden diğer ülkelere göçün kontrol edilmesi için sürekli schengen anlaşmasının lağvedilmesini istiyorlar. Fakat günümüzde Avrupa iki büyük göçmen akımı ile karşı karşıya, biri Afrika’dan ve Libya üzerinden, diğeri ise Asya ve Türkiye üzerinden. Son verilere göre 2015 yılında en az bir milyon sığınmacı, Avrupa'ya girmiştir ki bu sayı 2014 yılına göre 4 kat artmıştır. Bu arada yaklaşık 3 bin 700 sığınmacı da Avrupa yolculuğu sırasında Akdeniz'de hayatını kaybetmiştir.
Avrupa'ya ulaşmak isteyen savaş mağdurlarının çilesi ve sığınmacıların zorlukları, bir çoğunun Akdeniz'de boğularak can vermesi, Avrupalı hükümetlerin sığınmacılar ve göçmenlere karşı davranışlarında yaşanan sayısız insan hakları ihlalleri bir yandan ve IŞİD gibi faşist teröristlerin bazı Avrupalı ülkelere saldırıları ve ardından Müslümanlara karşı artan şiddet olayları, Avrupa'ya göç  konusunun bir kez daha dünyanın ilgi odağına yerleşmesine sebep oldu.
Almanya, İngiltere, ve Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde Müslüman nüfusunun artışından duyulan endişe, göçmenlere kısıtlamaların uygulanmasına dair kararların alınmasına yönelik isteklerin artmasına sebep oldu. Avrupalı ülkeler, göçmenlerin artan dalgası karşısında bir çok sorunla karşı karşıya iken, Avrupa'da göçmenlere karşı etkili bir siyasetin olmaması ise sorunları daha da arttırıyor. Suriye, Afganistan, Libya ve Irak'ta yaşanan kriz, Avrupa'nın "II Dünya Savaşı" ardından eşsiz olan bir göç dalgası ile karşı karşıya getirmiştir. Bazı göçmenler yolculuk sırasında hayatını kaybederken, diğer bazıları da çok uygunsuz bir yaşamı, tecrübe ediyorlar.

              Avrupa'ya göçün en önem sebeplerinden biri, Ortadoğu ve Afrika'da yaşanan siyasi ve ekonomik değişikliklerdir. Başka bir ibaretle Afrika ve Asya'da yaşanan kötü siyasi, ekonomik ve güvenlik şartları, Avrupa'ya göç dalgasının yoğunlaşmasında etkilidir. Bu konu, Avrupa ve göçmenler için iki taraflı bir soruna dönüşmüştür. Avrupa ülkeleri bu olaya karşı hala ortak bir karar varamadılar. Göç olayı bir yandan Avrupa'yı diğer yandan da göçmenler ve sığınmacıları bir çok sorun ve zorluklar yaşamaya mecbur bırakmıştır.

Avrupa'ya göç akını, Suriye krizi ardından daha da yoğunlaştı ve günümüzde Avrupa'yı, II Dünya Savaşı ardından en büyük göç dalgası ile karşı karşıya getirmiştir. Suriye, Afganistan, Libya, Somali, Irak ve diğer bir çok ülkeden binlerce insan daha iyi yaşam umudu ile tehlikeli ve ölümcül yollarla kendilerini Avrupa'ya ulaştırmaya çalışırken, bu umuda yolculuk sırasında da yüzlercesi hayatını kaybediyor.

Göçmenlikle ilgili konunun önemi, sırf seçimlerin sıcak gündemi veya edebiyatı ile sınırlı değildir; bu konu çağımız Avrupa güvenlik siyasetinin en önemli tartışma konusudur, zira terörizm, cinayet ve sosyal yetersizlik gibi önemli sorunlarla düğümlenmiştir. Bazı istisnalar hariç, Avrupa ülkelerini çoğu kıtaya yönelik göç dalgasını azaltma hedefinde. Hali hazırda Avrupa, yoksulluk, açlık, kentsel krizler, insan hakları ihlalleri ve savaşlardan acı çekenler için çok çekici geliyor. Onlar için Avrupa, daha iyi bir yaşam, savaşsız, fakirliğin ve zulmün olmadığı   zulümlüğün simgesidir. Göçmenlerin çoğu Avrupa'da aradıklarını asla bulamıyorlar, fakat yine de göçmenlik ve sığınma konuları Avrupa çapında güvenli bir konuya dönüşmüştür. Bu yüzden bu programda Avrupa'ya göç meselesinde güvenlik konusu ele alınıyor. Bu bağlamda "Kopenhag okul’un” teorik çerçevesinde Avrupa'da göç konusu ele alınacak.

Bu bağlamda bazı araştırmacılar günümüzde AB'de göçmenlik, sosyal gelişmeler yatağında bir güvenlik meselesine dönüştüğü kanaatindeler. Görünüşe göre hem gerçek yaşam davranışlarında ve hem akademik araştırmalarda göçmenlik ve sosyal güvenliği arasında her gün artan bir bağ vardır. Bu yüzden Kopenhag okulu teorik çerçevesine binaen, AB'de göçmenlik ve sonuçları incelenecek. Kopenhag okulunda güvenlik, algı veya söylem bakımından sosyal, kültürel veya siyasi bir konu, güvenlik meselesine dönüşmekte. Güvenlikleşme, aslıdan sosyal teamüller sürecinde normal ve sıradan alandan güvenlik alanına giren bir konudur. Bu yüzden konu ile ilgili etki ve tepkiler de güvenlik yönelişler çerçevesinde gerçekleşir. Bu çerçevede güvenlik konuları önceden belirlenen konular değildir, sosyal teamüllerin çeşidi, güvenlik konularını belirler. Başka bir ifade ile güvenlik konuları, sosyal teamüllerin ürünüdür ve muhatabın kabul ettiği zaman, bir güvenlik meselesine dönüşür.

Göçmenliğe olan bakış açısı 1980'li yılların ortalarından değişti. Göçmenlik her geçen gün, Avrupa'daki ikinci nesil göçmen nüfusunun artması bir yandan, göçmenlik ile sığınma talebi arasındaki bağ ile sığınma talebi diğer yandan, arttı. Bu bağlamda yasadışı göçmenlik ve sığınma talebi arasında direkt bir orantı var. Buna göre yasa dışı göçlerin artması ile Avrupa'da ortak yasalara ve Avrupa göç politikası bütünlüğüne daha fazla ihtiyaç duyuldu.

Ardından 7 Şubat 1992'de imzalanan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun AB olması yolundaki son adım olan ekonomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yoluna girdiği Maastricht Antlaşması göçmenliği AB'de hükümetler arası yasa konusu olarak tanıttı. Bu dönemde Avrupa devletleri, göçmenliğin bir milletin kültür yelpazesi ve hükümetin refahı için bir sorun olarak tanıttı. 90'lıyıllaraın sonları ve özellikle de 11 eylül 2001 olayları ardından göç konusu giderek güvenlik alana girdi.
Avrupalı hükümetler açısından göçmenlik ve sığınmacılık, uluslararası şiddet, aşırıcılık ve terörizm ile bağdaşan güvenlik konusudur, zira 3.nesil göçmen Müslümanlar, hüviyet bakımından Avrupa hüviyeti ile uyum sağlayamadı. Aslında Avrupalı ev sahibi ülkeler, göçmen Müslümanlarla yapıcı bir ilişki kurmakta yetersiz kaldı ve hatta bazıları, Müslümanların kültürel değerlerini örseleyerek, onları Avrupa’nın değerleri ile bağdaştırmaya çalışarak, Müslümanları Avrupalılaştırmaya çalıştı. 3.kuşak Müslüman gençlerin ev sahibi toplumlarla karışmaması, bir yandan onların ev sahibi toplumlarla arasındaki mesafe ve uçurumu daha da derinleştirirken, Müslümanları hem dinleri nedeni ve hem sosyal ayrılıkçıları genişletti, diğer yandan da ev sahibi toplumlar arasında islamofobi ve yabancı düşmanlığı duygularının artmasına sebep oldu.
İsviçre, Hollanda ve Danimarka gibi bazı Avrupa ülkelerinde göçmenlere karşı sağcı partiler gücünün artmasına sebep olurken, Almanya’da PEGİDA gibi göçmen karşıtı ve İslam düşmanı grupların şekillenmesine yol açtı, bunlar ise batıda İslam ve Müslüman düşmanlığının artmasının bariz göstergesidir.

Bu süreç bir yandan gençlerin radikal gruplara yönelmesi ve kurallara karşı aşırı davranışlarda bulunmasına sebep olurken, diğer yandan da göçmenliğin güvenlik bir meseleye sebep oldu. bu süreç göçmenliği mahiyetinin, sosyal bir konudan siyasi güvenlik bir meseleye dönüşmesine sebep oldu. Bu süreç son yıllarda ev sahibi ülkelerin göçmenlere karşı davranışlarını değiştirdi ve başta sağcı partiler olmak üzere göçmenlik karşıtı akımların güçlenmesine, sosyal huzursuzlukların yaşanması için ortam oluşturdu. Günümüzde göçmenlik konusuna, Avrupalı ülkelerin ulusal hüviyetinin değişmesi olarak yaklaşılıyor; batı uygarlığını zayıflatacak temel faktörlerden biri olarak tanıtılıyor. Bu bağlamda göçmenlik alanında güvenlik konusu, genelde sosyal düzende yaşanan sorunlara bir yanıt olarak kullanılıyor.

28 Ocak 2016 Perşembe

ENVER SEDAT’IN ÖLDÜRÜLMESİ - CAMP DAVİD

0 yorum
Kendisiyle dirsek temasındaki “ılımlı İhvan” bile Camp David Barış Anlaşması’nın en hassas noktası olan Filistin sorununun çözümü konusunda hayal kırıklığı içindeydi. (Bu anlaşmayla Filistin topraklarının %78’i resmen İsrail’e bırakılıyordu.) Hal böyleyken, El Ezher, Sedat’ın zorlamasıyla 1979’da, barış girişimleri konusunda onun politikalarını tasdik eden bir fetva yayınladı. Bu, “ılımlı” Müslüman Kardeşler açısından bir kırılma noktası oldu. Ve onlar da pek çok konuda Sedat’a muhalefet yapmaya başladılar.

 Süreç, Müslüman Kardeşler’in sokaktan, hatta parlamento dan alınıp yeniden hapishanelere gönderilmesi şeklinde ilerledi. ABD ve İsrail’den gelen baskılar sonucunda 2000’i aşkın İhvancı hapse atıldı. El Dava kapatıldı. İhvan yanlısı olduğu şüphesiyle 200 subay ordudan atıldı. Bu sertlik karşılığını bulmada gecikmedi. 1981 yılında Mısır’ın kurtuluşunun kutlandığı bir törende El Cihat üyesi bir yüzbaşı olan Halid Ahmed El Şevki İslambuli önderliğindeki bir grup asker Enver Sedat’a suikast düzenledi. Suikastta Sedat hayatını kaybetti.

Müslüman Kardeşler - İHVAN KAHİRE’DE

0 yorum
Hasan El Benna Kahire’ye geldikten sonra İhvan’ın genel merkezi de Ekim 1932’den itibaren Kahire’ye taşındı. Bu arada, El Benna’nın deyimiyle “dava” da her yerde yayılıyordu.
Erkekler için kurulan Hira Enstitüsü çalışmaları rayına oturduktan sonra, Kardeşler, kızlar için de bir okul açmayı düşündüler. Bu okulda “Müslümanların Anneleri okulu” adını aldı.
Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı bu okulu teslim aldı. Ancak Kardeşler bu okulun arkasında “Müslüman kadın kardeşler” için bir bölüm kurdular. Bu kısım, Müslüman Kardeşler’in eşlerinden ve akrabalarından oluşuyordu.

                               “DAVA” ÇİMENTO İŞÇİLERİ ARASINDA

İsmailiyeli Müslüman Kardeşler bazı çimento işçileriyle bağlantı kurdular. Daha sonra, bu işçiler için, bizzat kendilerinden toplanan bağışlarla bir mescit yaptırıldı.
Bu dönemde Kardeşler;
1- Evlerde camilerde konferans verilmesi ve “Salı günü” derslerinin kurumsallaşması,
2- Genel mürşidin risaleleriyle yalnızca ilk iki sayısının çıkarılmasının ardından bir Müslüman Kardeşler Mecmuası’nın çıkarılması ve yine bu sırada En-Nezir mecmuasının iki yıl süren ilk sayılarının yayınlanması gibi kararlar alıp uyguladılar.
1947’de örgüt, milliyetçi ve İslamcı 10–15 grup ve örgütten oluşan bir birliğin hâkim üyesi oldu.

                     HASAN EL-BENNA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ VE İHVAN’DA ÜÇ EĞİLİM

1948 Arap-İsrail Savaşı, İhvan’a Mısır dışında etkin olma fırsatının yanı sıra gerilla savaşı taktiklerini öğrenme fırsatı da sundu. Savaştan sonra Mısır yönetimin içine düştüğü berbat durum muhalifleri güçlendirdi. Bu tehlikeli durumun farkında olan dönemin başbakanı Nukraşi Paşa sıkıyönetim ilan etti. İhvan’ı yasakladı. Buna bağlı olarak İhvan 2 milyon üyesiyle yeraltına geçti.
Başbakan Nukraşi 1948 yılında düzenlenen bir suikastla öldürüldü. Suikastçı İhvan üyesi 23 yaşındaki bir veteriner fakültesi öğrencisi idi. Bundan yedi hafta sonra İhvan’ın efsanevi lideri Hasan el-Benna 12 Şubat 1949’da akşam evine giderken suikasta uğradı. İçinde bulunduğu otomobil yaylım ateşine tutuldu, yaralı olarak hastaneye kaldırıldı, ancak kurtarılamadı ve yaşamını yitirdi.
Hasan El-Benna’nın ölümünden sonra Kahire’de camiler kapatıldı. Erkekler tutuklandı. Sokaklarda yalnızca polisler ve askerler kaldı. Babası 90 yaşındaydı ve cenazesini eve götürecek erkek bulunamadığı için kız kardeşi ve eşi tarafından mezarlığa götürüldü. Üye sayısı milyonlarla ifade edilen İslami bir örgüt kuran Benna’nın cenazesi neredeyse ortada kalıyordu, bir süreliğine de olsa “zor” kazanmıştı, cenaze namazını babası ve kadınlar kıldı. Suikast birkaç yıl gizli tutularak örtbas edilmeye çalışıldı. Ancak 3 yıl sonra yapılan tahkikat sonucu gizli polis teşkilatından 3 görevli suçlu bulundu ve hapse atıldılar. Tetiği çektiği ileri sürülen polis ömür boyu hapse çarptırıldı.
Hasan El-Benna’nın öldürülmesi İhvan’ın tarihinde yeni bir sayfa açtı. Onun birleştirici ve etkili karizmatik liderliği altında kendini dışa vuramamış olan üç eğilim hareketin bünyesinde su yüzüne çıktı. Bunlar, Hasan El-Benna’nın kardeşi Abdurrahman El-Benna el Saati’nin (Filistin yardım fonunun başındaki kişi) liderliğindeki muhafazakâr grup, aşırı uçta yer alan militan aktivistler ve ılımlılar. Bu grup ve eğilimler, bundan böyle İhvan’ın içinde sürekli var olmaya devam ettiler.
Benna’nın öldürülmesinin ardından gelen dönemde ılımlılar harekete hakim oldular. Ve kabul edilebilir bir “Genel Mürşit” (rehber) aramaya başladılar. Sonunda, hem saygın bir hâkim, hem de Hasan El-Benna’nın yakın ve sadık arkadaşı olan Hasan İsmail El-Hudeybi “Genel Mürşit” yapıldı. Fakat o, Hasan El-Benna kadar karizmatik, saygın ve etkin bir liderlik yürütecek güce sahip değildi.
Uygun bir “çözüm” bulundu ve El-Hudeybi liderliğindeki örgüt “piramidal” bir hiyerarşik yapılanma içerisine girdi. Tepede bir genel mürşit vardı. Altında, örgütün siyasi kararlar alması konusunda yetkili 11 kişilik yürütme konseyi olan “İrşad ( Rehberlik) Bürosu” ve onun altında da “irşad bürosu”nun üyelerini yıllık olarak belirleyen “kurucular komitesi” bulunmaktaydı. İrşad Bürosu, “Genel Mürşid”i iki yıllığına seçmekteydi. Kurucular Komitesi’nin altında 10 tane bölge komitesi, onların altında da mahalli şubeler yer almaktaydı.
Gerçi bu hiyerarşik yapı Hasan el-Benna döneminde de genel olarak böyleydi. Ancak 1945 Kongresi’nde Hasan el Benna ebediyen genel mürşit seçilmişti. Ve tabii ki, genel mürşit olarak, El-Hudeybi’den daha etkin bir liderdi.
Bu hiyerarşik yapı yukarıdan aşağıya çok disiplinli bir işleyiş içinde olduğundan, İrşad Bürosu tarafından alınan kararlar hızlı ve etkin bir biçimde uygulanmaktaydı.
1950’de sıkıyönetim kaldırılınca örgüte yönelik yasak da kalktı ve kuruluş döneminde olduğu gibi, dini bir örgüt olarak faaliyet göstermesine izin verildi.

 
© 2013 Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler | Designed by Making Different | Provided by All Tech Buzz | Powered by Blogger