6 Şubat 2016 Cumartesi

Barzani’nin Irak kürdistan Rüyası

0 yorum
     Irak Kürdistan yerel yönetim başkanı Mesut Barzani, Salı akşamı yaptığı yazılı açıklamada, her milletin kendi kaderini tayin etme hakkı olduğunu, Kürtlerin kendilerinin bu işe kalkışmazlarsa başkalarının hiçbir zaman bu hakkı onlara tanımayacağını, Kürt milletinin kaderini tayin etmesi için en doğru zamanın bu zaman olduğunu, Kürtler için bağımsızlık referandumu yapma zamanının gelip geçtiğini belirtti.

     Barzani referandum için en uygun zamanı belirlemek ve bunu yapmak için kimseden izin isteyecek durumda olmadıklarını, Kürt milletinin inkar edilmeyeceğini, Bu hakikatin inkar edildiği sürece bölgede huzurun sağlanamayacağını ileri sürdü. Mesut Barzani defalarca Kürdistan bağımsızlığından söz etmiş bulunuyor ve artık bu söylem başta Amerika Birleşik Devletleri ve diğer batılı güçler tarafından sıkça dile getirilmektedir. Son olarak bağımsızlıktan söz ettiği şartlarda Irak topraklarının dörtte biri tekfirci( islam dininde bir nevi aforoz anlamına gelmektedir, dinden çıkma anlamına gelir)  selefi ‘’Vahhabi’’ terör örgütünün işgali altındadır.  

   DAEŞ terör örgütünün Neyneva eyaletini işgal sürecinin gizli boyutları vardır. Barzani hanedanı, Musul merkezli Neyneva eyaletinin DAEŞ tarafınsan işgal edilmesine yeşil ışık yakmıştı. Yapılan pazarlıklarda Barzaniler de Kerkük’e kadar ilerleyip, bu şehri tamamen ele geçirecek ve petrol yataklarına hâkim olacaktı. Irak kürdistan yerel yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin Kürdistan bağımsızlığından söz ettiği şartlarda, DAEŞ terör örgütüne karşı savaşta Irak halkının birlik ve dayanışma içinde bulunması, Irak topraklarının vahşi terör örgütlerinden temizlenmesi, Irak milli birliği ve toprak bütünlüğünün korunup takviye edilmesi hayati önem taşımaktadır. Irak’taki kargaşa ve terör tehditleri devam ederken, Kürdistan bölgesinin ayrılması ve Irak’ın parçalanması sevdası akılcı bir yaklaşım değildir. Iraklı kürt halkının da belirttikleri gibi, Irak Kürt yerel yönetimi, kamu çalışanlarının aylık maaşını ödemekten bile acizken, nasıl bağımsız kürdistan devletini kurdurup yönetebilecek sorusu kafaları karıştırmaktadır. İşin diğer tarafında ise bölgesel güç olma sevdası peşinde olan İran ve Türkiye’nin de bu konudaki yaklaşımları oldukça manidardır. 2000li yılların başından beri Türkiye’ de hegamon güç olan AKP hükümeti ilk zamanlar bir kürdistan devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıkıp buna izin vermeyeceklerini söylerken, sözde çözüm süreci süresince bu söylemlerinden vazgeçmişlerdir.

   Tabi bu konuda bir de Amerika ve koalisyon güçlerinin de kolay kontrol edilebilir bir kürt devletini kurmak isteyecekleri aşikardır. DAEŞ yada IŞİD ‘le mücadele çerçevesinde Suriye ve Irak topraklarını legal yollardan ( tabi bu müdahalelerin legalliği ve meşruiyeti oldukça karmaşık ve tartışılan bir konudur) müdahalesi ve ortadoğuda sınırların yeniden belirlenmesi konusundaki çabaları da açıkça karşımızda durmaktadır. Bana kalırsa Skyes-Picot ‘ un 100.yılında 2.bir Skyes-Picot uygulanmaya koyulmaya çalışılmaktadır.

Barzani’nin bağımsız devlet kurma söylemleri bence yakın vadede oldukça zor ve temelsiz bir istektir. Çünkü bir yapının devlet olabilmesi için ilk olarak kendi güvenliğini sağlaması gerekmektedir, daha DAEŞ e karşı kendini savunamayan İran’dan ve Batılı güçlerden yardım isteyen kuzey Irak bölgesel kürt yönetiminin bir devlet kurma hayali oldukça uzaktır. Ancak sürekli değişen bölgesel konjonktürler bunu değiştirebilir. Bölgesel güç olma eğiliminde olan ve yakın zamanda İran ile savaşın eşiğine gelen Suudi Arabistan, İran'a karşı böyle bir hamle yapabilir. Hiçbir şeyin net olmadığı bu dönemde gelecekte de kan ve gözyaşı vaat ettiği aşikardır. 

                                                                                                          S.Özgür  
                                                                                                                       6.02.2016

3 Şubat 2016 Çarşamba

ABD, Rusya, Suriye Kürtleri ve Cenevre Görüşmeleri

0 yorum

                                                                       

İki hafta üstüste iki ayrı toplantıda AB'li yetkililere ve karşılaştığım Amerikalılara bir gözlemde bulundum:
“ABD’nin Suriye eksenindeki Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere’sini hatırlatıyor. Birbirine karşıt güçlere, aynı konuda ve aynı alanda tutamayacakları sözler veriyorlar.”

Suriye konusunda Amerikan-Rus ortak sponsorluğunda BM gözetiminde başlatılan Cenevre-III’te Suriyeli Kürtlerin en önemli siyasi temsilcisi PYD’nin sanki Kürtler, Suriye coğrafyasında yer almıyormuş, uluslararası sistemin Suriye’deki “bir numaralı hedefi” olan İD’ne (IŞİD) en etkili savaşkan gücü ifade etmiyormuş ve dahası bugün Suriye topraklarında Lübnan’ın üç misli büyüklüğünde bir alana hükmetmiyorlarmış gibi “masada yer almaması”na ilişkin olarak (28 Şubat tarihli Radikal yazısında) şu satırlara yer vermiştim:

“... Ankara ile PYD tercihi, Türkiye’deki iktidar tarafından Washington’un önüne sunulunca, Amerika, ‘dişlerini gıcırdatsa’ da, ‘şu aşamada Ankara’ demiş oldu.

                                                                                 3.02.2016
Cengiz Çandar


PYD’yi ‘terörist’ görmek bir yana... ‘müttefik’ görüyor olsa da, PYD, öncelikle IŞİD’e karşı savaşan bir güç. Ama, Cenevre’de başlatılmak istenenin, rejim ile onunla savaşan muhalifleri arasındaki müzakereler olması, PYD’nin Ankara’ya ‘feda edilmesi’nin bir izahı sayılabilir. Her ne olursa olsun, Batı’da PYD’yi ve PYD üzerinden Kürtleri Rusya’ya kaptırma kaygısı önümüzdeki dönemde öne çıkacağa benziyor…

ABD’nin bu kez Kürtler'in çıkarlarını gözetmek ve durumu dengelemek için, bir şeyler yapmaya çalışması gerekebilir.”

Bu tespitin doğrulanması için çok beklemeye gerek kalmadı. Hafta sonu, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk, yanına İngiliz ve Fransız temsilcilerini alarak, adeta bir gösteri halinde, Kobani’yi ziyaret etti.

Bir ABD yetkilisinin –üstelik Suriye Özel Temsilcisi- bırakın Kobani’yi yani Rojava’yı, Suriye topraklarında 2012’de Büyükelçi Robert Ford’un ülkeyi terketmesinden sonraki ilk ziyareti bu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu her gün basbas, “PYD de teröristtir” diye bağırıyor, PYD’yi “halkına katliam yapan rejimin işbirlikçisi” olarak aklı başında hiç kimseyi inandıramayacağı ipe sapa gelmez iddialarla etiketliyor ve tam bunların yapıldığı bir sırada, ABD’nin Suriye’ye en yüksek yetkilisi, kalkıyor Kobani’ye gidiyor; PYD, YPG ve özerk yönetimi oluşturan Tev-Dem yetkilileriyle iki gün geçiriyor.

Yani, Türkiye’nin müttefiki olan ABD, konu PYD olunca, Türkiye’nin ne dediğini pek umursamıyor.

Kobani, Suruç’un 10 kilometre ötesindeki Mürşitpınar’dan yürüyerek bir dakikada girilen bir nokta. Brett McGurk ve yanındakiler, NATO müttefiki Türkiye toprakları üzerinden değil, Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye’den havalanıp, PYD-YPG’nin elindeki Rojava bölgesindeki Rumeilan’a iniyorlar. Oradan YPG mevzilerinin güvencesi altında ilerleyerek, kilometrelerce yol yapıp Kobani’ye geliyorlar.

Bunun bir “sembolizmi” olduğu ve “mesaj” içerdiği, herhalde, apaçık ortada.

Dahası, Brett McGurk, Rojava’da iken, ABD Dışişleri’nin iki numarası Tony Blinken, Cenevre’de PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Blinken’ın Amerikan sistemi içindeki işlevinin, “Dışişleri’nin iki numarası” olmanın çok daha yükseğinde olduğunu bilen bilir.

Bütün bunlar, bir yandan, Suriye Kürtlerine, bir yandan da Ankara’ya mesajlar.

Zaten, geçen hafta, Washington’un PYD’nin “Cenevre masası”nda olmasından yana olduğunu yazdığımızda, bu “bilgi”yi kaynağımıza ileten iki yetkiliden biri Tony Blinken, diğeri ise Cenevre’de bulunan ABD’nin “Suriye muhalefeti ile ilişkilerden sorumlu” yetkilisi Michael Ratney idi.

Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden Cenevre-III’te temsili veya bir başka deyimle “Suriye’nin geleceğinde rol sahibi” olmaları, bir süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. Nitekim, Salih Müslim, haftasonu ANF’ye Türkçe yaptığı açıklamalarda “ABD ve Rusya heyeti ile yapılan bir dizi görüşme”ye ilişkin şunları söyledi:

“Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.”

Salih Müslim, ‘Bu görüşmelerde doğrudan sizin Cenevre-III’e dahil edileceğiniz dile getirildi mi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:

“Evet söylediler. Ama bunun içinde yine aynı şekilde zamanlamanın önemli olduğunu ifade ettiler…”

Son gelişme şu: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Salih Müslim ile Cenevre’de bir kez daha görüştü. Salih Müslim, Rus yetkiliyle görüşme sonrası şöyle dedi:

“Rus heyeti bu görüşmemizde bizlerin yani PYD’nin bir süre sonra Cenevre-III görüşmelerine dahil edileceğini ama biraz sabretmemiz gerektiğini söyledi.”

Müslim, Rus heyetinin kendilerine “Kürtlerin Cenevre-III’e katılması gerektiğini, Cenevre-III’te alınan ilk kararların değerlendirilmesi için 20’ye yakın devletin içerisinde bulunduğu Uluslararası Suriye Destek Grubu tarafından 11 Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilecek toplantıda bir kez daha dile getireceğiz ve bunda ısrarlı olacağız” dediklerini de bildirdi.

Türk diplomasisi, PYD ve Kürt meselesi üzerinden uluslararası alanda yine bir “muharebe alanı”nda boy gösterecek demektir. Eğer, Münih Toplantısı, “perde arkası”nda sağlanacak bir “ABD-Rusya uzlaşması”nı yansıtırsa, Türk diplomasisinin bu “ikili”ye karşı fazla geniş bir manevra alanı olamaz.

Türkiye’nin ABD-Rusya ikilisine karşı geniş bir diplomatik manevra alanı yok ama Suriye Kürtlerine karşı savaşı “cephe gerisi”nde yürütmek ve bunu istediği sonucu ulaştırmak için “Cizre-Sur hattı”nda çok güçlü bir iradesi var.

Ankara, kendi Kürt yerleşimlerine yönelik “savaş hukuku” kurallarını bile işlemez hale getirecek şekilde “askeri operasyonları”na ve “psikolojik savaş”a tam istim devam ederken, Rusya da, sınırın öte yanında “Türkiye ile ilişkili Suriyeli oyuncular”a yönelik amansız bir bombardıman kampanyasına girişmiş bulunuyor.

Öyle ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Ürdün’de Rusya’dan şikayet ederken, “Yaptığımız herşeyin Rusya’nın yaptıklarının altında kalması benim için sürekli bir üzüntü kaynağı. Ruslar, konuşalım diyorlar ve ardından konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar. Ruslarla sorun, bir yandan konuşuyor, bir yandan da bombalıyor ve Esad’ı destekliyor olmaları” diye hem bir “gerçek fotoğraf” yansıttı, hem de “acz” ifade etti.

Bu arada, Rusya Savunma Bakanlığı, sadece son bir hafta içinde 468 hava bombardımanı gerçekleştirdiğini ve 1300 “terörist hedefin vurulduğunu” açıkladı. (Herkesin “teröristi” farklı…)

Rusya’nın yoğun bombardımanları, Bayırbucak bölgesinde Türkmen bırakmazken, Suriye ordusu da Rus desteği sayesinde Halep’in kuzeyinde, Türkiye’nin muhaliflere ikmal hattını kesmeyi hedef alan operasyonlar başlatmış durumda.

Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izlemeden Türkiye’deki akıl tutulmasına akıl erdiremezsiniz.


Türkiye’ye hükmeden irade, bu kafayla, aslında sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaadediyor.


ABD'nin Suriye'deki Amacı Nedir?

0 yorum
Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN'ın Makalesinden Alıntıdır.

Cenevre Süreci’nde gelinen son nokta açık olarak gösterdi ki, süreç işlesin işlemesin, buradan bir anlaşma çıksın veya çıkmasın, Suriye meselesine taraf olanların tamamını memnun edecek bir çözüm bulmaya imkân yoktur. Her ne kadar “diplomasi ideal olanı değil, mümkün olanı elde etme sanatıdır” şeklinde bir söz varsa da, Cenevre’nin sonunda ortaya çıkacağı aşağı yukarı belli olan tablo sürdürülebilir olmaktan uzak, gerçekçi olmayan, yeni ve daha derin krizlerin tohumlarını mündemiç bir “yalancı çözüm”den ibaret kalacaktır. Müzakerelere dahil olan tüm kesimler de bunu pekâlâ bilmekte, günü kurtarmak için hareket etmektedirler.
Baas rejimi ve Esad ailesi varoluşlarını sürdürebilmek için gerekli şartları meydana getirmenin, bir nev’i “Esatçı Garanti Mekanizması” tesis etmenin peşindedir. Sayısal çoğunluğa sahip ama siyasal parçalanmışlıkla malul Sünni Arap gruplar, yeni Suriye’nin inşasında kilit rol oynamak, mümkünse Baassız bir geleceği teminat altına almak niyetindedir. PYD ülkenin kuzeyinde federe devlet kurmak hedefine dönük adımlar atmaktadır. Suriye Türkleri ise bilhassa Rusların devreye girmesinden sonra en fazla hedef alınan grup olmakla birlikte, ne Cenevre’ye davet edilmekte ne de Suriye’nin siyasal geleceğinde söz sahibi olabilecekleri bir toprak parçasının tam denetimini sağlayabilmektedir.
Bölgesel güçlerden İran ve Suudi Arabistan destekledikleri gruplar üzerinden artık tüm Orta Doğu coğrafyasına yayılmış bulunan vekaleten mücadelelerini Suriye ölçeğinde sürdürmektedir. İran, Lübnan’a uzanan bir hat üzerinde kendisine müzahir rejimleri ayakta tutmak, Suudi Arabistan ise İran tarafından çevrelenmişlik tehdidinden kurtulmak peşindedir. İsrail için Suriye’nin paramparça olması ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bir daha belini doğrultamaması ziyadesiyle memnuniyet veren bir gelişmedir. Fakat, İran’ın nüfuz alanının daraltılabilmesi için, yeni Suriye mimarisinde kendisiyle birlikte hareket etmeye hazır bir Kürt federal bölgesinin varlığı büyük önem taşımaktadır.
Rusya ısrarcı ve pervasız Suriye politikasıyla, hem alanda hem de masada söz sahibi olmuştur. Doğu Akdeniz’deki askerî ve siyasi varlığını perçinlemek, böylece mevcut ve müstakbel enerji rezervlerinde söz sahibi olabilmek hedefine adım adım yaklaşmaktadır. Moskova’nın Suriye politikasının iki temel direği Şam ve Tahran rejimleridir. PYD ile flört ederek de, Kuzey Suriye alanının tamamen kontrolü dışında şekillenmesine engel olmak arzusundadır.
ABD’nin ise Suriye’de ne istediği ve niye istediği belli değildir. DAEŞ ile mücadeleyi öncelediğini, terörün bitirilmesinin Suriye rejiminin işlediği suçların cezasız kalmasından daha önemli olduğunu eylem ve söylemleriyle ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de, teröristler arasında da, mazlum ve mağdurlar arasında da ayrım yapmaktan çekinmemektedir. Bugün için DAEŞ’le mücadele etsinler diye silahlandırdığı bazı terör örgütlerinin önümüzdeki dönemde hem Suriye’de hem de bölgenin tamamında ne gibi büyük melanetlerin müsebbibi olabileceklerini ya hiç hesaba katmamakta, ya da görmezden gelmektedir.
Önde gelen Amerikan gazetelerine baktığınızda Suriye meselesinin hem haber sayfalarında hem de köşe yazarlarının yorumlarında ne kadar küçük yer kapladığını görebilirsiniz. Amerikan siyasetçisinin tüm gündemini kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi işgal etmektedir. Zaten kendi eyaleti dışında olup bitenlere ekseriyetle cahil ve bigane kalan sıradan Amerikalılar için Suriye çok uzaklardaki, terör kaynağı bir ülkeden ibarettir. Ve maalesef tüm Batı dünyasında olduğu gibi ABD’de de, “terör ile Müslümanların iç içe olduğu” şeklinde hastalıklı bir düşünce pompalanmaktadır.
Kimsenin zoruyla değil, Obama’nın kendi başına ilan ettiği “kırmızı çizgiler”in aşılmasına göz yumulmamış olsaydı, bugün Esadsız ve DAEŞ’siz, yeni Suriye’nin temelleri atılıyor olacaktı. ABD bunu yapmadı. Washington yönetiminin, Suriye krizinin çözümünü Cenevre süreci gibi başarı ihtimali düşük bir mekanizmaya havale etmesi, sorunun nasıl çözülebileceğine ilişkin hiçbir akılcı çözüm üretemediğinin de göstergesidir. Eyyamcılıkla büyük güç kalınmaz…

2 Şubat 2016 Salı

IŞİD ve Bölgeye Yönelik Tehditleri

0 yorum
Geçen bölümde anlatıldığı üzere sovyetler birliğinin kızıl ordusunun Afganistan topraklarına saldırması ve bu ülkeyi işgal etmesi cihat başlığı altında dini medreselerde radikal akımların türemesine ve büyümesine çok uygun bir zemin hazırladı. Geçen bölümde ayrıca Vahabi tarikatının Afganistan işgalinden doğan durumdan azami ölçüde nemalandığını ve Afganistan'da Araplara özel askeri yapıları oluşturarak El-kaide örgütünü yapılandırdığını anlattık.

Bölgede tekfirci IŞİD terör örgütü ortaya çıkıp Irak ve Suriye topraklarının bazı bölümlerini işgal etmeden önce, Afgan Arap adlı Arap cihatçı örgütleri ve Hindistan yarımadasındaki Divbendi cihatçı örgütleri kendine çeken örgüt, El-kaide terör örgütüydü. Şimdi ise başı çektiğini iddia eden örgüt, IŞİD terör örgütü olmaya başladı ve bölgede El-kaide, Taliban ve diğer radikal akımlara karşı boy gösterdi.
Ebu Bekir Bağdadi elebaşılığında IŞİD terör örgütünün kurulmasıyla beraber örgütün Horasani kanadı Güney Asya ve orta Asya ve Çin ve Rusya'da radikal unsurları toplamaya başladı. bunun anlamı ise bölgede yeni şartların oluşmakta olduğudur. Yani bir ihtimalle şimdi IŞİD terör örgütü El-kaide ve Taliban'ın yerini alacaktır.

Şimdi ise radikal unsurların ve kendilerini sözde cihat ilkesine bağlı bilen ve IŞİD terör örgütünde hilafetçiliğin El-kaide'ye kıyasla daha güçlu sayanların bir araya toplanması ile beraber IŞİD için yeni bir atmosferin oluştuğu ve örgüt böylece diğer radikal ve terörist örgütlerden kopanları toplayabileceği gözleniyor. Üstelik IŞİD terör örgütü vekalet savaşına girme yeteneğine sahiptir ve Amerika ve NATO ile Irak ve Suriye'de çıkar çelişkisine düşmesine karşın Güney Asya'da Amerika ile ortak çıkarları söz konusudur. Burada Amerika ve Avrupa'nın Rusya ve Çin ile düştükleri yeni sürtüşmelerin eşiğinde IŞİD terör örgütünün cihatçı ve hilafetçi bakışından yararlanmak ve IŞİD'e katılan Özbek, Tacik ve Uygur Türkleri Furkane vadisine ve orta Asya bölgesine yönledirmeyi ve sonuçta Rusya'nın Ukrayna, Suriye ve Çin'de davranışlarını kontrol altına almayı isteyeceklerini de unutmamak gerekir.

Aslında daha açık ve net ifade etmek gerekirse, Amerika ve NATO, El-kaide terör örgütü sovyetler birliğini yendikten sonra Amerika ve Avrupa'nın çıkarlarına karşı yönlendiren radikal ehli sünnet akımı bir kez daha eski yörüngesine geri getirmek istiyor. Şöyle ki bu akım Rusya ve Çin'i düşman olarak algılayacak ve böylece Batı'nın desteğinden yararlanacak. Yani tam da Afganistan'da sovyetler birliğine karşı cihadın yapılanması ve İslam dünyasına şii sünni çerçevesinde tezatların yerleştirilmesi gibi olacak, yani tam da bugün Irak ve Suriye'de yaşanmakta olan durum gibi olacak. Burada esas hedef yeni Ortadoğu projesini hayata geçirmek, siyonist rejimi güvenlik sıkıntısından kurtarmak ve bölgeyi dini ve etnik eksende parçalamak olabilir, ki böyle bir planda ilk kurbanların Irak ve Suriye olacağı da açıkça ortadadır.

Ancak bu senaryoda bölgedeki diğer ülkeler de güvende olamayacakları kesindir. Dolaysıyla tekfirci IŞİD terör örgütü hilafetçi radikal ehli sünnetin yeni versiyonudur ve Pakistan'ın Taliban örgütü, sahabe ordusu ve cehenguy ordusu gibi Divbendi radikal örgütleri, tekfirci Arap radikal cihatçı örgütler ve yine radikal Özbek, Çeçen, Tacik, Kırgız ve Uygur örgütlerle bir araya getirebilecek ve hepsini İslamî hilafet ekseninde sözde dünyanın ehli sünnet müslümanlarının gücünü ve İslamî hilafeti ihya etme hedefleri doğrultusunda cihat ettirebilecek güce sahiptir.
Gerçekte tekfirci IŞİD terör örgütünün son zamanlarda Afganistan'daki hareketliliği, bu ülkede İslamî hilafet çerçevesinde bir vekalet savaşı başlatma ihtimalini kuvvetlendiriyor, hatta Afganistan'ın IŞİD'in nihai hedefi olmadığı ve IŞİD bu ülkeden sadece orta Asya ve Kafkasya bölgesine ve Rusya ve Çin'de Müslümanların yoğunlukta yaşadığı bölgelerine çıkarma yapma üssü olarak yararlanacağı düşünülüyor.

IŞİD terör örgütü gözetlediği cihat stratejisi çerçevesinde ve düşmanlarını uzak ve yakın olmak üzere ikiye ayırmak ,İslam ülkelerini yakın düşman nitelemek sureti ile kendini Amerika'nın stratejik hedefleri ile uyumlu hale getirebilecek kapasiteye sahiptir. Birinci dereceden düşmanı yani Şii Müslümanlara öncelik vermek, tekfirci IŞİD terör örgütünü El-kaide ve Taliban'ın alternatifi yapabilecek vekalet savaşı projesinin bir parçasıdır. Nitekim El-kaide ve örgütün elebaşı İmen Zevahiri'nin bundan önce açıkladığı programlarından geri adım atması, IŞİD'in yavaş yavaş güçlenmesine ve Irak ve Suriye'de İslamî hilafet ilan etmesine ve bu hilafeti Horasan tabir ettikleri bölgeye yayma ihtimaline sebebiyet verdi.

Gerçi tekfirci IŞİD terör örgütü ciddi olarak Afganistan ve Pakistan ve ardından da orta Asya ve Kafkasya bölgelerinin güvenliğini tehdit ediyor, ancak örgüt Ortadoğu temelli bir örgüttür ve Amerika'nın Irak'a saldırması ve Saddam rejimini devirmesi bu örgütün türemesinde önemli rol ifa etmiştir.
Amerika'nın Irak topraklarına saldırması ve Saddam rejimini devirmesinin ardından El-kaide örgütü Irak topraklarına radikalizmi getirdi ve eski Baas partisi kalıntıları ile teröristlerin arasında kurulan bağlantılar IŞİD'in şekillenmesinde önemli rol ifa etti.
Irak'ta krizin patlak vermesinin ardından Kuzey Veziristan'da aşiretlerin bulunduğu bölgelerde konuşlanan El-kaide terör örgütünün elebaşı İmen Zevahiri, Ebu Masab Zarkavi'yi El-kaide'nin Irak temsilcisi olarak atadı. Zarkavi ise Irak'ta Tanzimi Kaide, Elcihad ve Beladul Rafidin gibi örgütlerin temelini attı. Temmuz 2006'da bu örgütler diğer 7 örgütle birleşti ve Mücahitler konseyi meclisi adı altında yeni bir yapılanma ortaya çıktı.

Ebu Masat Zarkavi 2006 yılında öldürüldü ve Ebu Hamza Muhacir onun yerine geçti. Ebu Ömer Bağdadi 5 Ekim 2006 tarihinde Irak'a geri döndüğünde, Ebu Hamza Muhacir, mücahitler konseyi meclisinin Başkanı olarak bir bildiri yayınladı ve konseyin feshedildiğini ve Irak İslamî devleti adı altında yeni bir örgütün kurulduğunu açıkladı. Ebu Ömer Bağdadi yeni kurulan örgütün lideri ve Ebu Hamza Muhacir de yardımcısı sıfatıyla Irak İslamî devleti adlı örgütte faaliyete başladı. bu ikili öldürüldükten sonra ise Ebu Bekir Bağdadi, Ebu Ömer Bağdadi'nin yerine geçti.

Ebu Bekir Bağdadi 9 Mart 2013 tarihinde Irak İslamî devleti adını Irak Şam İslamî devleti, yani IŞİD olarak değiştirdi. Sonunda tekfirci IŞİD terör örgütünün sözcüsü Ebu Muhammed Adnani, 29 Haziran 2014'te yayınladığı ses kaydında IŞİD'in Irak ve Suriye'de işgal ettiği bölgelerde İslamî hilafetin kuruluşunu ilan etti.
Aslında Ebu Bekir Bağdadi'nin bu çıkışının sebebi, El-kaide örgütü tarafından Suriye'de El Nusra Cephesi terör örgütünün başında bulunan Ebu Muhammed Colani ile yaşadığı görüş ayrılığıydı. Görünen o ki Colani ile Bağdadi arasında görüş ayrılığı ortaya çıkınca Bağdadi Irak ve Suriye'de faaliyet yürüten iki terör örgütünü birleştirmeye karar verdi, fakat Ebu Muhammed Colani buna karşı çıktı. Öte yandan El-kaide elebaşı İmen Zevahiri de Colani'yi desteklediğinden Ebu Bekir Bağdadi'den Irak'a geri dönmesini istedi, ancak Bağdadi bu talebi reddetti. Böylece El Nusra Cephesi ile Bağdadi'nin ilan ettiği İslamî hilafet karşı karşıya geldi ve birbiriyle çatışmaya başladı.

Görünen o ki tekfirci IŞİD terör örgütü El-kaide'nin içindeki çeşitli kanatların arasında yaşanan çatlaklar ve iktidar savaşı bağlamında izah edilemiyor ve daha çok dış etkenler ve Amerika'nın Ortadoğu bölgesine yönelik stratejisi ve ayrıca korsan İsrail'in çıkarları gibi stratejik hedefler IŞİD terör örgütünün türemesinde daha önemli etkenler sayılıyor.
Örneğin bu bağlamda Amerika Başkan yardımcısı Jeo Biden'in Washington'un Ortadoğu için hazırladığı ve üçüncü yol olarak anılan planından söz etmesine değinmek mümkün. Bu plan eski Yugoslavya ile hazırlanan Dayton planına benziyor ve buna göre Irak'ın Kürt, Şii ve Sünni olmak üzere dini ve etnik eksende üç özerk bölgeye bölünmesi gerekiyor.

Kuşkusuz Amerika'nın tekfirci IŞİD terör örgütünün kurulmasına yönelik müdahalesini yansıtan belgeler aynı zamanda Washington'un Ortadoğu için tasarladığı planlara da ışık tutuyor. Bu planların nihai amacı ise bölgedeki Arap rejimleri dini ve etnik eksende ve Siyonist rejimin güvenliği doğrultusunda parçalamaktır. Buna karşın bölgede Afganistan ve Pakistan daha önem taşıyor ve daha fazla cazip geliyor, çünkü hem ideolojik ve hem doğal ve insani coğrafya açısından önem arz ediyor.
Gerçi bu iki ülke IŞİD açısından bazı farklılıkları da bulunuyor. Buna göre ilkin Afganistan'ın IŞİD için cazip yönlerini gözden geçirmek istiyoruz.

Afganistan'ın tekfirci IŞİD terör örgütü için en önemli özelliği bu ülkenin özel ve müsait coğrafyasıdır. Afganistan coğrafi açıdan orta Asya ile Hindistan yarımadası arasında bir köprü konumundadır ve ayrıca İran ve Çin gibi iki önemli ülke ile komşudur.
Afganistan dağlık coğrafyasından başka, uzun süre hükümetlerle savaşmak zorunda olan milis güçler için de Hindokoş bölgesinde en uygun mekanlara sahiptir. Çünkü bu bölgeler düşmanla savaşta ve tehdit şartları altında uzun süreli direnişe imkan sağlayan özellikleri içerir. Öte yandan Afganistan'ın orta Asya bölgesi ile komşu olması bu ülkenin cazibesini IŞİD için ikiye katlıyor. Furkane vadisi de IŞİD gibi terör örgütleri için özel önem arz ediyor. Araplar ise bu vadiyi 20. Yüzyılın başında keşfetmişti.

1912 yılında Vahabi bir alim Furkane vadisinde bir medrese açtı. Bu medrese daha sonraları faaliyet alanını genişleterek Vahabi düşünceyi Afganistan topraklarına doğru yaymaya başladı.
Furkane vadisinin Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki özel konumu ve bölgede dini radikal eğilimlerin ağır basması IŞİD'in orta Asya bölgesine yönelik stratejik hedefleri için büyük önem arz ediyor ve Afganistan toprakları da bu bölgeye komşu olması yüzünden IŞİD için ayrıca cazip geliyor.
Coğrafi cazibeden sonra Afganistan'ın sosyal şartları, etnik yapısı ve nüfus yapısı da IŞİD için cazip gelen diğer özelliklerdir.

Afganistan toplumu çeşitli aşiretlerde ve etnik gruplardan oluşuyor. Birbirine rakip olan aşiretler bu ülkede toplumu ulus devlet yapılanmasına doğru hareket etmesini ve üniter bir toplum oluşmasını engelleyen etken olmuştur. Afganistan'ın IŞİD'in nüfuzunu kolaylaştıracak özel şartlarına bu ülkenin zayıf iktidar yapısını örnek vermek mümkün. Yine Afgan toplumunda radikal düşüncelerin benimsenmesine yönelik eğilimin güçlü olduğunu da unutmamak gerekir. Bu arada tefirci IŞİD terör örgütü de ideolojik açıdan Afganistan içine nüfuz edebilecek bir yapıya sahip olduğu da bilinmektedir.

Gerçi Afganistan toplumunun IŞİD'in ideolojik şiddet uygulamalarını benimsemesi zor gibi gözüküyor, fakat gerçek şu ki Afganistan toplumunda dini radikalizm kendine özgü ideolojik cazibesi bulunuyor.
Mevcut şartlarda Taliban örgütü İslamî devleti yeniden inşa etme acizliği yüzünden cazibesini kaybettiği anlaşılıyor ve bu durumda IŞİD'in Afganistan'da nüfuzunu arttırması için daha fazla şanslı olduğu belirtiliyor.
IŞİD'in Afganistan'a nüfuz etmek için saydığımız bu etkenlerin yanında iktisadi etkeni de unutmamak gerekir. Uyuşturucu madde ve madenler Afganistan'da IŞİD için iki önemli iktisadi ve mali kaynak sayılıyor. Bu yüzden IŞİD'in henüz resmen doğrulanmayan Afganistan'daki varlığında bu ülkenin haşhaş üretiminin %90'ı gerçekleştiği Hilmand eyaletine göz diktiği belirtiliyor.

Uyuşturucu maddenin dışında Afganistan'da petrol ve doğalgaz dışındaki yeraltı kaynakların değeri yaklaşık üç bin milyar dolar tahmin ediliyor ve bu kaynaklar genellikle merkezi hükümetin üzerinde hiç bir denetimi ve hakimiyeti bulunmayan bölgelerde yer alıyor.
Kabil yetkilileri de IŞİD'in bir amacının Afganistan'daki madenleri ele geçirmek olduğunu doğruluyor. Bu konu, özellikle IŞİD'in Ortadoğu'daki mali kaynakları tehlikeye girdiği ve Irak ve Suriye yönetimleri er geç IŞİD'in eline düşen petrol kaynaklarını geri alacağı düşünüldüğünde, daha da anlam kazanıyor. Bu durumda Afganistan'ın yeraltı kaynakları ve uyuşturucu maddesi IŞİD için büyük önem arz ediyor. Afganistan madenler Bakanı Davut Şah geçenlerde yaptığı açıklamada, IŞİD'in Afganistan'ın yeni yeni canlanan maden sektörüne göz diktiğini belirtti.
Afganistan'ın petrol ve doğalgaz kaynaklarını ise Çinliler işletiyor ve bu önemli maddeleri çıkarmak için Kabil yönetimi ile uzun vadeli anlaşmalar imzaladıkları anlaşılıyor. Ancak petrol ve doğalgaz kaynakları da tam da IŞİD'in bulunduğu bölgelerde yer alıyor.
 
© 2013 Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler | Designed by Making Different | Provided by All Tech Buzz | Powered by Blogger