7 Şubat 2016 Pazar

What is Chaos theory ?

0 yorum
     Chaos theory emerged in the 1970s as a branch of mathematics that sought an alternative to linear differential equations. Linearity implies a strong element of predictability (for example, how a billiard ball will respond to being hit by another billiard ball). In contrast, chaos theory examines the behaviour of nonlinear systems (such as weather systems), in which there are such a wide range of variable factors that the effect of a change in any of them may have a disproportionate, and seemingly  random, effect on others.The classic example of this is the so-called ‘butterfly effect’: the idea that the mere flap of a butterfly’s wing could cause a hurricane to occur on the other side of the globe.

J.Ann Tickner (born 1937)

0 yorum
A US academic and feminist international relations theorist.An exponent of standpoint feminism,Tickner has exposed ways in which the conventional study of international relations marginalizes gender, whilst also being itself gendered. Her best known book, Gender in International Relations (1992a), highlights the biases and limitations of the masculinized, geo-political version of national security, demonstrating that it may enhance rather than reduce the insecurity of individuals and showing how peace, economic justice and ecological sustainability are vital to women’s security. Although she argues that gender relations shape the search for knowledge, Tickner’s ultimate goal is to transcend gender by overcoming gender inequality.Her other works include ‘ Hans Morgenthau’s Principles of Political Realism: A Feminist Reformulation ’ (1988) and ‘ Feminist Perspectives on 9/11 ’ (2002).

Unprecedented Second World War Images - 2

0 yorum


The conclusion of the non-aggression pact between Germany and Soviet Russia was a thorough rebuff of England's policy of encirclement. At the signing of the pact in the Kremlin.



England lives in groundless fear of war. Their armaments are of monstrous proportions. Our picture shows the new English anti-aircraft defenses. 




The Berlin-Moscow non-aggression pact was signed by Reich Foreign Minister von Ribbentrop and Russian Foreign Minister Molotov.



The conference of Arab representatives convened in London under the chairmanship of Prime Minister Chamberlain. Arabs and Jews negotiate separately.



The Fuhrer receives the cultural ambassador of friendly Japan, Marquis Inouye in Berlin.



Reich Minister Goebbels during his speech at the Culture Rally for the proclamation of the Art Award of the Danzig Gau of the NSDAP.Reich Minister Goebbels during his speech at the Culture Rally for the proclamation of the Art Award of the Danzig Gau of the NSDAP.








Unprecedented Second World War Images

0 yorum

                                       Saudi Arabia's king visits the Fuhrer 


Besides the people's gas mask, there are also gas defenses created for German children.


In honor of the diplomatic corps the Fuhrer held a supper in Berlin, in which accredited ambassadors took part. The Fuhrer speaks with the British ambassador Sir Henderson.


The warm friendship between Japan and Germany finds expression in a Japanese art exhibition in Berlin. The Fuhrer greets Japanese Ambassador Oshima. 


Italian Foreign Minister Count Ciano visits the Polish government for discussions. Count Ciano before the Tomb of the Unknown Soldier in Warsaw. 


Reichs Foreign Minister von Ribbentrop pays a visit to Warsaw.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Barzani’nin Irak kürdistan Rüyası

0 yorum
     Irak Kürdistan yerel yönetim başkanı Mesut Barzani, Salı akşamı yaptığı yazılı açıklamada, her milletin kendi kaderini tayin etme hakkı olduğunu, Kürtlerin kendilerinin bu işe kalkışmazlarsa başkalarının hiçbir zaman bu hakkı onlara tanımayacağını, Kürt milletinin kaderini tayin etmesi için en doğru zamanın bu zaman olduğunu, Kürtler için bağımsızlık referandumu yapma zamanının gelip geçtiğini belirtti.

     Barzani referandum için en uygun zamanı belirlemek ve bunu yapmak için kimseden izin isteyecek durumda olmadıklarını, Kürt milletinin inkar edilmeyeceğini, Bu hakikatin inkar edildiği sürece bölgede huzurun sağlanamayacağını ileri sürdü. Mesut Barzani defalarca Kürdistan bağımsızlığından söz etmiş bulunuyor ve artık bu söylem başta Amerika Birleşik Devletleri ve diğer batılı güçler tarafından sıkça dile getirilmektedir. Son olarak bağımsızlıktan söz ettiği şartlarda Irak topraklarının dörtte biri tekfirci( islam dininde bir nevi aforoz anlamına gelmektedir, dinden çıkma anlamına gelir)  selefi ‘’Vahhabi’’ terör örgütünün işgali altındadır.  

   DAEŞ terör örgütünün Neyneva eyaletini işgal sürecinin gizli boyutları vardır. Barzani hanedanı, Musul merkezli Neyneva eyaletinin DAEŞ tarafınsan işgal edilmesine yeşil ışık yakmıştı. Yapılan pazarlıklarda Barzaniler de Kerkük’e kadar ilerleyip, bu şehri tamamen ele geçirecek ve petrol yataklarına hâkim olacaktı. Irak kürdistan yerel yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin Kürdistan bağımsızlığından söz ettiği şartlarda, DAEŞ terör örgütüne karşı savaşta Irak halkının birlik ve dayanışma içinde bulunması, Irak topraklarının vahşi terör örgütlerinden temizlenmesi, Irak milli birliği ve toprak bütünlüğünün korunup takviye edilmesi hayati önem taşımaktadır. Irak’taki kargaşa ve terör tehditleri devam ederken, Kürdistan bölgesinin ayrılması ve Irak’ın parçalanması sevdası akılcı bir yaklaşım değildir. Iraklı kürt halkının da belirttikleri gibi, Irak Kürt yerel yönetimi, kamu çalışanlarının aylık maaşını ödemekten bile acizken, nasıl bağımsız kürdistan devletini kurdurup yönetebilecek sorusu kafaları karıştırmaktadır. İşin diğer tarafında ise bölgesel güç olma sevdası peşinde olan İran ve Türkiye’nin de bu konudaki yaklaşımları oldukça manidardır. 2000li yılların başından beri Türkiye’ de hegamon güç olan AKP hükümeti ilk zamanlar bir kürdistan devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıkıp buna izin vermeyeceklerini söylerken, sözde çözüm süreci süresince bu söylemlerinden vazgeçmişlerdir.

   Tabi bu konuda bir de Amerika ve koalisyon güçlerinin de kolay kontrol edilebilir bir kürt devletini kurmak isteyecekleri aşikardır. DAEŞ yada IŞİD ‘le mücadele çerçevesinde Suriye ve Irak topraklarını legal yollardan ( tabi bu müdahalelerin legalliği ve meşruiyeti oldukça karmaşık ve tartışılan bir konudur) müdahalesi ve ortadoğuda sınırların yeniden belirlenmesi konusundaki çabaları da açıkça karşımızda durmaktadır. Bana kalırsa Skyes-Picot ‘ un 100.yılında 2.bir Skyes-Picot uygulanmaya koyulmaya çalışılmaktadır.

Barzani’nin bağımsız devlet kurma söylemleri bence yakın vadede oldukça zor ve temelsiz bir istektir. Çünkü bir yapının devlet olabilmesi için ilk olarak kendi güvenliğini sağlaması gerekmektedir, daha DAEŞ e karşı kendini savunamayan İran’dan ve Batılı güçlerden yardım isteyen kuzey Irak bölgesel kürt yönetiminin bir devlet kurma hayali oldukça uzaktır. Ancak sürekli değişen bölgesel konjonktürler bunu değiştirebilir. Bölgesel güç olma eğiliminde olan ve yakın zamanda İran ile savaşın eşiğine gelen Suudi Arabistan, İran'a karşı böyle bir hamle yapabilir. Hiçbir şeyin net olmadığı bu dönemde gelecekte de kan ve gözyaşı vaat ettiği aşikardır. 

                                                                                                          S.Özgür  
                                                                                                                       6.02.2016

5 Şubat 2016 Cuma

Antonio Gramsci (1891–1937)

0 yorum
         Italian Marxist and social theorist. The son of a minor public official, Gramsci joined the Socialist Party in 1913, but switched to the newly-formed Italian Communist Party in 1921,being recognized as its leader by 1924. He was imprisoned by Mussolini in 1926, and remained incarcerated until his death. In Prison Notebooks (1970), written between 1929 and 1935, Gramsci sought to redress the emphasis within orthodox Marxism on economic or material factors. Rejecting any form of ‘scientific’ determinism, he stressed, through the theory of hegemony, the importance of political and intellectual struggle. Gramsci insisted that bourgeois hegemony could only be challenged at the political and intellectual level, through a ‘counter-hegemonic’ struggle, carried out in the interests of the proletariat and on the basis of socialist principles, values and theories.

Freedom in the World in 2016 by Fredom House

0 yorum
                                                                                                         by Arch Puddington and Tyler Roylance

      The world was battered in 2015 by overlapping crises that fueled xenophobic sentiment in democratic countries, undermined the economies of states dependent on the sale of natural resources, and led authoritarian regimes to crack down harder on dissent. These unsettling developments contributed to the 10th consecutive year of decline in global freedom. The democracies of Europe and the United States struggled to cope with the Syrian civil war and other unresolved regional conflicts. In addition to compounding the misery and driving up the death toll of civilians in the affected territories, the fighting generated unprecedented numbers of refugees and incubated terrorist groups that inspired or organized attacks on targets abroad. In democratic countries, these stresses led to populist, often bigoted reactions as well as new security measures, both of which threaten the core values of an open society.

        The year also featured the slowdown of China’s economy and a related plunge in commodity prices, which hit profligate, export-dependent authoritarian regimes especially hard. Anticipating popular unrest, dictators redoubled political repression at home and lashed out at perceived foreign enemies. However, in several important countries, elections offered a peaceful way out of failed policies and mismanagement. Voters in places including Nigeria, Venezuela, and Myanmar rejected incumbents and gave new leaders or parliaments an opportunity to tackle corruption, economic decay, and corrosive security problems. These fresh starts suggest that democratic systems may ultimately prove more resilient than their brittle authoritarian counterparts.

MIDDLE EAST AND NORTH AFRICA

0 yorum

Regime Security over public safety


The conflicts raging across the Middle East and North Africa began in large part because entrenched rulers put their own interests and security above the safety and well-being of their people. In the countries that remain at peace, many leaders still embrace the same short-sighted priorities, raising the risk that they too could descend into disorder.
Although the Egyptian regime’s self-defeating drive against dissent—a violent campaign enabled by American and Gulf state aid—has been widely criticized, a number of other Middle Eastern states have escaped international attention while they quietly clamp down on already limited political participation and civil liberties. These include Morocco and Kuwait, where journalists and civil society activists found themselves under fresh assault in 2015. The United Arab Emirates sought to further restrict scrutiny of the country’s abhorrent labor conditions by denying entry to academic researchers, and Bahrain’s government, with little pushback from its U.S. ally, continued its shameful efforts to silence the opposition by stripping its leading critics, most of them Shiites, of their citizenship.
Saudi Arabia, one of the worst human rights abusers in the world, increased the number of executions to its highest level in 20 years, and tried to cover up its failure to safeguard participants in the annual Hajj pilgrimage after a stampede killed more than 2,400 people. The kingdom’s military campaign in neighboring Yemen showed a similar indifference toward protecting innocent lives.
Undergirding all of these cases is a model of governance that erodes the kind of long-term and inclusive stability the region desperately needs. By sacrificing public safety for regime security, these governments alienate and anger their citizens, squander public resources, and enfeeble the institutions that are necessary for sustainable political and economic development.
Also in 2015, relations between Israel and Palestinians remained combustible. In the aftermath of the previous year’s war between Israel and Hamas, which caused the deaths of over 2,100 Palestinians and 73 Israelis, the peace process was moribund. Right-leaning Israeli prime minister Benjamin Netanyahu won reelection in March, and the deeply divided Palestinian political institutions in the West Bank and Gaza were in disarray. The administration of President Barack Obama reportedly concluded that it would be unable to make significant progress on peace talks during the remainder of its term. Meanwhile, individual Palestinians carried out a series of knife and vehicular attacks on Israeli Jews, and Israeli security personnel responded with deadly force.

Karl Marx (1818–83)

0 yorum
German philosopher, economist and political thinker, usually portrayed as the father of twentieth-century communism.After a brief career as a university teacher, Marx became increasingly involved in the socialist movement.Finally settling in London,he worked for the rest of his life as an active revolutionary and writer, supported by his friend and lifelong collaborator, Friedrich Engels (1820–95). At the centre of Marx’s work was a critique of capitalism that highlights its transitionary nature by drawing attention to systemic inequality and instability. Marx subscribed to a teleological theory of history that holds that social development would inevitably culminate in the establishment of communism. His classic work was the three-volume Capital ([1885, 1887, 1894] 1969); his best-known and most accessible work, with Engels, is the Communist Manifesto ([1848] 1967

   ‘Constant revolutionizing of production, uninterrupted disturbance of social conditions, everlasting uncertainty and agitation … All that is solid melts into air.’ K. MARX and F. ENGELS, The Communist Manifesto (1848)

American Foreign Policy in the 20s

0 yorum
The Senate's repudiation of the Treaty of Versailles following World War I is often seen as ushering in a period of isolationism in American foreign policy. It was impossible for the United States to withdraw completely from world affairs, however, because American possessions stretched from the Caribbean to the Pacific and because the First World War had transformed the country into the world's leading creditor nation. As the threat of war grew in the 1930s — with the rise of the Nazis in Germany and Japanese aggression in China — Congress tried to insulate the United States from potential hostilities through neutrality legislation. While public sentiment remained strongly in favor of staying out of a European conflict, isolationism became increasingly difficult after war broke out in Europe in September 1939.   
            Although the United States did not join the League of Nations, it did cooperate with international agencies throughout the 1920s and into the 1930s on such matters as trade and drug trafficking. The United States also headed efforts to advance diplomatic talks on limited disarmament, to resolve the tangled questions of war debts and reparations, and to maintain international peace, all while remaining deeply involved in Western Hemisphere affairs, particularly in Central America. American foreign policy was far from isolationist in the '20s.

4 Şubat 2016 Perşembe

Avrupa'daki Müslüman Göç Sorunları -1

0 yorum
      BM verileri, hali hazırda dünya çapında 59 milyon insanın, savaş, iklim değişikliği, kuraklık, yoksulluk ve işsizlik ya da siyasi baskı yüzünden ya kaçmakta ya da göç etmekte olduğunu gösteriyor. Tabi ki göçün kökleri sadece yoksulluk, kuraklık veya siyasi baskılar değil, zira küreselleşme, son on yıllarda uluslararası ekonomi siyasetleri, iletişim araçlarına daha kolay ulaşabilme, ve de büyük güçlerin askeri ile güvenlik siyasetleri gibi konular, bu olayda etkilidir. Günümüzde Avrupa kıtası dünyada en büyük ve eşsiz bir göç dalgası ile karşı karşıya. Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Yunanistan gibi ülke vatandaşları zayıf ekonomi ve mali krizden acı çekerken, dünya ekonomik krizinden çok daha zararlı çıktılar bu yüzden Almanya, Fransa ve İngilizlere gibi Avrupa’nın zengin ülkelerine göç etmeyi, rahat bir yaşama ulaşma olarak görüyorlar. 

    Schengen anlaşması bu yolda Avrupalı göçmenlerin yolunu açmıştır, bu yüzden aralarında bayan Marin Lopen’in başkanlığında olan Ulusal Cephe partisinin de bulunduğu Fransa’nın sağ grupları, AB’nin zayıf ülkelerinden diğer ülkelere göçün kontrol edilmesi için sürekli schengen anlaşmasının lağvedilmesini istiyorlar. Fakat günümüzde Avrupa iki büyük göçmen akımı ile karşı karşıya, biri Afrika’dan ve Libya üzerinden, diğeri ise Asya ve Türkiye üzerinden. Son verilere göre 2015 yılında en az bir milyon sığınmacı, Avrupa'ya girmiştir ki bu sayı 2014 yılına göre 4 kat artmıştır. Bu arada yaklaşık 3 bin 700 sığınmacı da Avrupa yolculuğu sırasında Akdeniz'de hayatını kaybetmiştir. Avrupa'ya ulaşmak isteyen savaş mağdurlarının çilesi ve sığınmacıların zorlukları, bir çoğunun Akdeniz'de boğularak can vermesi, Avrupalı hükümetlerin sığınmacılar ve göçmenlere karşı davranışlarında yaşanan sayısız insan hakları ihlalleri bir yandan ve IŞİD gibi faşist teröristlerin bazı Avrupalı ülkelere saldırıları ve ardından Müslümanlara karşı artan şiddet olayları, Avrupa'ya göç  konusunun bir kez daha dünyanın ilgi odağına yerleşmesine sebep oldu.

    Almanya, İngiltere, ve Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde Müslüman nüfusunun artışından duyulan endişe, göçmenlere kısıtlamaların uygulanmasına dair kararların alınmasına yönelik isteklerin artmasına sebep oldu. Avrupalı ülkeler, göçmenlerin artan dalgası karşısında bir çok sorunla karşı karşıya iken, Avrupa'da göçmenlere karşı etkili bir siyasetin olmaması ise sorunları daha da arttırıyor. Suriye, Afganistan, Libya ve Irak'ta yaşanan kriz, Avrupa'nın "II Dünya Savaşı" ardından eşsiz olan bir göç dalgası ile karşı karşıya getirmiştir. Bazı göçmenler yolculuk sırasında hayatını kaybederken, diğer bazıları da çok uygunsuz bir yaşamı, tecrübe ediyorlar.
Avrupa'ya göçün en önem sebeplerinden biri, Ortadoğu ve Afrika'da yaşanan siyasi ve ekonomik değişikliklerdir. Başka bir ibaretle Afrika ve Asya'da yaşanan kötü siyasi, ekonomik ve güvenlik şartları, Avrupa'ya göç dalgasının yoğunlaşmasında etkilidir. Bu konu, Avrupa ve göçmenler için iki taraflı bir soruna dönüşmüştür. Avrupa ülkeleri bu olaya karşı hala ortak bir karar varamadılar. Göç olayı bir yandan Avrupa'yı diğer yandan da göçmenler ve sığınmacıları bir çok sorun ve zorluklar yaşamaya mecbur bırakmıştır.

    Bu bağlamda bazı araştırmacılar günümüzde AB'de göçmenlik, sosyal gelişmeler yatağında bir güvenlik meselesine dönüştüğü kanaatindeler. Görünüşe göre hem gerçek yaşam davranışlarında ve hem akademik araştırmalarda göçmenlik ve sosyal güvenliği arasında her gün artan bir bağ vardır. Bu yüzden Kopenhag okulu teorik çerçevesine binaen, AB'de göçmenlik ve sonuçları incelenecek. Kopenhag okulunda güvenlik, algı veya söylem bakımından sosyal, kültürel veya siyasi bir konu, güvenlik meselesine dönüşmekte. Güvenlikleşme, aslıdan sosyal teamüller sürecinde normal ve sıradan alandan güvenlik alanına giren bir konudur. Bu yüzden konu ile ilgili etki ve tepkiler de güvenlik yönelişler çerçevesinde gerçekleşir. Bu çerçevede güvenlik konuları önceden belirlenen konular değildir, sosyal teamüllerin çeşidi, güvenlik konularını belirler. Başka bir ifade ile güvenlik konuları, sosyal teamüllerin ürünüdür ve muhatabın kabul ettiği zaman, bir güvenlik meselesine dönüşür.

      Göçmenliğe olan bakış açısı 1980'li yılların ortalarından değişti. Göçmenlik her geçen gün, Avrupa'daki ikinci nesil göçmen nüfusunun artması bir yandan, göçmenlik ile sığınma talebi arasındaki bağ ile sığınma talebi diğer yandan, arttı. Bu bağlamda yasadışı göçmenlik ve sığınma talebi arasında direkt bir orantı var. Buna göre yasa dışı göçlerin artması ile Avrupa'da ortak yasalara ve Avrupa göç politikası bütünlüğüne daha fazla ihtiyaç duyuldu.
Ardından 7 Şubat 1992'de imzalanan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun AB olması yolundaki son adım olan ekonomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yoluna girdiği Maastricht Antlaşması göçmenliği AB'de hükümetler arası yasa konusu olarak tanıttı. Bu dönemde Avrupa devletleri, göçmenliğin bir milletin kültür yelpazesi ve hükümetin refahı için bir sorun olarak tanıttı. 90'lıyıllaraın sonları ve özellikle de 11 eylül 2001 olayları ardından göç konusu giderek güvenlik alana girdi.

      Avrupalı hükümetler açısından göçmenlik ve sığınmacılık, uluslararası şiddet, aşırıcılık ve terörizm ile bağdaşan güvenlik konusudur, zira 3.nesil göçmen Müslümanlar, hüviyet bakımından Avrupa hüviyeti ile uyum sağlayamadı. Aslında Avrupalı ev sahibi ülkeler, göçmen Müslümanlarla yapıcı bir ilişki kurmakta yetersiz kaldı ve hatta bazıları, Müslümanların kültürel değerlerini örseleyerek, onları Avrupa’nın değerleri ile bağdaştırmaya çalışarak, Müslümanları Avrupalılaştırmaya çalıştı. 3.kuşak Müslüman gençlerin ev sahibi toplumlarla karışmaması, bir yandan onların ev sahibi toplumlarla arasındaki mesafe ve uçurumu daha da derinleştirirken, Müslümanları hem dinleri nedeni ve hem sosyal ayrılıkçıları genişletti, diğer yandan da ev sahibi toplumlar arasında islamofobi ve yabancı düşmanlığı duygularının artmasına sebep oldu.

     İsviçre, Hollanda ve Danimarka gibi bazı Avrupa ülkelerinde göçmenlere karşı sağcı partiler gücünün artmasına sebep olurken, Almanya’da PEGİDA gibi göçmen karşıtı ve İslam düşmanı grupların şekillenmesine yol açtı, bunlar ise batıda İslam ve Müslüman düşmanlığının artmasının bariz göstergesidir.
Bu süreç bir yandan gençlerin radikal gruplara yönelmesi ve kurallara karşı aşırı davranışlarda bulunmasına sebep olurken, diğer yandan da göçmenliğin güvenlik bir meseleye sebep oldu. bu süreç göçmenliği mahiyetinin, sosyal bir konudan siyasi güvenlik bir meseleye dönüşmesine sebep oldu. Bu süreç son yıllarda ev sahibi ülkelerin göçmenlere karşı davranışlarını değiştirdi ve başta sağcı partiler olmak üzere göçmenlik karşıtı akımların güçlenmesine, sosyal huzursuzlukların yaşanması için ortam oluşturdu. Günümüzde göçmenlik konusuna, Avrupalı ülkelerin ulusal hüviyetinin değişmesi olarak yaklaşılıyor; batı uygarlığını zayıflatacak temel faktörlerden biri olarak tanıtılıyor. Bu bağlamda göçmenlik alanında güvenlik konusu, genelde sosyal düzende yaşanan sorunlara bir yanıt olarak kullanılıyor.


3 Şubat 2016 Çarşamba

September 11 and Global Security

0 yorum
       On the morning of 11 September 2001, a coordinated series of terrorist attacks were launched against the USA using four hijacked passenger jet airliners (the events subsequently became known as September 11,or 9/11). Two airliners crashed into the Twin Towers of the World Trade Centre in New York, leading to the collapse first of the North Tower and then the South Tower. The third airliner crashed into the Pentagon, the headquarters of the Department of Defence in Arlington, Virginia, just outside Washington DC. The fourth airliner, believed to be heading towards either the White House or the US Capitol,both in Washington DC,crashed in a field near Shanksville, Pennsylvania, after passengers on board tried to seize control of the plane.There were no survivors from any of the flights. A total of 2,995 people were killed in these attacks,mainly in New York City.In a videotape released in October 2001,responsibility for the attacks was claimed by Osama bin Laden, head of the Al-Qaeda  organization,who praised his followers as the ‘vanguards of Islam’.

     September 11 has sometimes been described as ‘the day the world changed’.This certainly applied in terms of its consequences, notably the unfolding ‘war on terror’and the invasions of Afghanistan and Iraq and their ramifications. It also marked a dramatic shift in global security, signalling the end of a period during which globalization and the cessation of superpower rivalry appeared to have been associated with a diminishing propensity for international conflict. Globalization, indeed, appeared to have ushered in new security threats and new forms of conflict. For example, 9/11 demonstrated how fragile national borders had become in a technological age. If the world’s greatest power could be dealt such a devastating blow to its largest city and its national capital, what chance did other states have? Further, the ‘external’threat in this case came not from another state, but from a terrorist organization, and one, moreover, that operated more as a global network rather than a nationally-based organization.The motivations behind the attacks were also not conventional ones. Instead of seeking to conquer territory or acquire control over resources, the 9/11 attacks were carried out in the name of a religiously-inspired ideology, militant Islamism), and aimed at exerting a symbolic, even psychic, blow against the cultural, political and ideological domination of the West. This led some to see 9/11 as evidence of an emerging ‘clash of civilization’, even as a struggle between Islam and the West.

        However, rather than marking the beginning of a new era in global security, 9/11 may have indicated more a return to ‘business as normal’. In particular, the advent of a globalized world appeared to underline the vital importance of ‘national’ security, rather than ‘international’ or ‘global’ security.The emergence of new security challenges, and especially transnational terrorism, re-emphasized the core role of the state in protecting its citizens from external attack. Instead of becoming progressively less important, 9/11 gave the state a renewed significance.The USA, for example, responded to 9/11 by undertaking a substantial build-up of state power, both at home (through strengthened ‘homeland security’) and abroad (through increased military spending and the invasions of Afghanistan and Iraq).A unilateralist tendency also became more pronounced in its foreign policy, as the USA became, for a period at least, less concerned about working with or through international organizations of various kinds. Other states affected by terrorism have also exhibited similar tendencies, marking a renewed emphasis on national security sometime at the expense of considerations such as civil liberties and political freedom. 9/11, in other words, may demonstrate that state-based power politics is alive and kicking.

Zulümden Kaçanlar Uygur Türkleri

0 yorum
Uygur Türkleri bölgeye Doğu Türkistan diyor. 1949 yılında Çin hâkimiyetine geçince Pekin yönetimi buraya "Yeni Topraklar" anlamına gelen "Sincan" adını vermişti. Çin yönetimi 1955 yılında bölgeye özerklik verdi ve resmi adı Şincan Uygur Özerk Bölgesi oldu. Ancak Uygurlar bölgeye Sincan yerine tarihteki ismiyle Doğu Türkistan demeye devam ediyor. Çin yönetimi ise bu tanımın kullanılmasını "ayrılıkçılık" olarak nitelendiriyor.
Yeraltı ve yer üstü kaynakları bakımından zengin olan Sincan, Çin idaresine geçtikten sonra bu kaynakların da kullanılmasıyla gelişti. Bölgede refah seviyesi yükseldi. Ancak Uygur Türkleri refah seviyesi yükselen bölgedeki kaynaklardan yararlanamamaktan şikâyetçi. İşsizlik ve ekonomik sıkıntılardan yakınıyorlar. İslama uygun yaşamanın "siyasi suçlu" olmalarına neden olduğunu savunuyorlar. Çocuk kotası nedeniyle bebeklerini devletten saklayarak büyütüyorlar.
Uygur Türkleri, Çin yönetiminin bölgeye Han Çinli nüfusu yerleştirerek asimilasyon politikası uyguladığını da iddia ediyor.
Uygurlar her geçen gün gelişen bölgede yeni açılan fabrikalara kendilerinin değil, Han Çinlilerinin işe alındığını söylüyor. Bu şikayetler insan hakları raporlarına da zaman zaman yansıyor. Yalova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan Dağcı ve öğrencisi Mustafa Keskin’in birlikte yayınladığı, "Çin’in Doğu Türkistan Politikası ve Azınlık Hakları bağlamında Hak İhlalleri” adlı araştırmaya göre de, Çin Doğu Türkistan bölgesini idaresine aldıktan sonra 1950 ile 1978 yılları arasında bölgeye 3 milyon Hanlı göç ettirildi. Böylece, 1953’te 300 bin olan Hanlı sayısı 1990’da 6 milyona ulaştı.
Çin, İnsan Hakları Örgütlerinin bölgede inceleme ve araştırma yapmasına izin vermediği için içeriden alınan bilgiler kısıtlı.
İnsan hakları örgütleri, insan hakları konusunda ilerleme sağlaması için Çin yönetimini sürekli olarak uyarıyor.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Asya-Pasific Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu, son yıllarda Uygur Türklerinin yoğun bir şekilde ülkelerini terk edip zorlu yolculukları göze almasını, "Siyasi baskılara ekonomik zorluklar eklenince Uygurlar yasal ve yasadışı yollarla daha iyi hayat kuracaklarını düşündükleri ülkelere gitmeyi tercih ediyorlar” diye açıklıyor.

Çin’in insan hakları yaklaşımı uluslararası standartlardan çok farklı ve devletin mutlak hâkimiyetini kutsayan bir yaklaşımı var. Bu yüzden bağımsız insan hakları kuruluşlarının Çin’de faaliyet göstermesine izin verilmiyor. Buna rağmen çoğu bağımsız insan hakları kuruluşu Çin’de ve özellikle azınlık bölgelerinde yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerinden bahsediyor. Çin Komünist Partisi genel olarak, siyasi olarak kullanılabilecek dini faaliyetlere ya izin vermiyor ya da çok sıkı sınırlama getiriyor. Meselâ, Ramazan’da Müslüman öğrencilerin oruç tutmasını yasaklamak okullarda çok yaygın bir uygulama.”

'Türkiye'nin Suriyelileri' ne olacak?

0 yorum

    Sayıları 2 milyonu geçti, 200 bini Türkiye’de doğdu. Artık belli ki, bir kısmı hiç dönmeyecek. Onlar 4 yılı aşkın bir süredir “Türkiye'deki Suriyeliler” olarak bilindi. Bundan sonra “Türkiye'nin Suriyelileri” olacaklar. Peki sorunları ne, nasıl uyum sağlayacaklar?


   Suriye’ye dönmek, Avrupa’ya gitmek, Türkiye’de kalmak. Türkiye’de bulunan 2 milyonu aşkın Suriyelinin şu an itibariyle karşı karşıya olduğu üç seçenek bunlar. İlk seçeneği şu an düşünen Suriyeli yok. Zira savaş şiddetlenerek devam ediyor. “Avrupa’ya gitmek” şu an Suriyeliler için en cazip seçenek olarak dursa da, Avrupa şansı çok küçük bir azınlık için söz konusu. Suriyeliler için şu an öne çıkan seçenek Türkiye’de kalma. 
İlk Suriyeli sığınmacının geldiği Nisan 2011'den bu yana yaklaşık dört buçuk yıl geçti. Suriyeliler ilk akın ettiklerinde, beklenti, ülkedeki karışıklığın uzun sürmeyeceği ve Beşar Esed’in iktidardan uzaklaştırılmasının ardından Türkiye’ye gelenlerin geri döneceği şeklindeydi. Bu öngörü gerçekleşmedi. Türkiye’ye gelen Suriyelilerin kalıcı olduğu yolunda görüşler arttı. Bu görüşler öne sürülürken entegrasyon sözü sık duyulmaya başladı. Bütünleşme, uyum anlamına gelen entegrasyon için konu ile ilgilenen uzmanlar kafa yormaya, raporlar yayınlamaya başladılar. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan, Türkiye’ye gelen Suriyelilerle gelecekte beraber yaşayacağımızı kabul etmemiz gerektiğini söylüyor. Erdoğan, Türkiye’nin tarihinde ilk kez entegrasyonu tartıştığını, yurtdışındaki Türkler için söz konusu olan bu olgunun artık Türkiye’nin de gündemine girdiğini söylüyor. Murat Erdoğan entegrasyon için birinci önceliğin toplumsal kabul olduğunun altını çiziyor:
“Önce kendi toplumunuzu buna hazırlamamız gerekiyor. Bu insanların burada kalıcı olacaklarına ve bizim birlikte bir geleceğimiz olacağına dair toplumun bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi lazım. Entegrasyon toplumsal kabul olmadan olacak bir şey değil. Yıllardır yurtdışında yaptığım çalışmalar bana gösterdi ki, bu konuda ev sahibi toplumun da iyi niyetli olması ve çaba göstermesi lazım.”
Murat Erdoğan ikinci önemli noktanın eğitim olduğunu söylüyor.
“Türkiye’deki Suriyelilerin yüzde 55’inden fazlası 18 yaşın altındaki çocuklardan ve gençlerden oluşuyor. Bu çocuklar dört yıldır okula gitmiyorlar. Bu, gelecekte birlikte yaşayacağımız topluluk için çok kötü bir durum. Bu çocukların sadece yüzde 15’i eğitim olanağı bulabiliyor. Arapça konuşuyor olmaları eğitim işini zorlaştırıyor. Benim bu konudaki önerim, çok acilen bu çocukların Türkçe öğrenmesinin sağlanması. Bu ülkede kalacaklarsa bu ülkenin dilini bilmeleri gerekiyor.”
Erdoğan’a göre entegrasyonun üçüncü ayağıysa istihdam:
“Bu insanların kendi ayakları üzerinde duracak mekanizmaları yaratmak lazım. Yani çalışmalarına izin vermek lazım. Aslınca ciddi bir kısmı çalışıyor ama çok yoğun bir emek sömürüsü altında çalışıyorlar. Aslında Çalışma Bakanlığı'nın Türkiye’de iki sene kalmış bir ailede dört kişiden birine çalışma izni kapısı aralanıyordu ama bunun tepki yaratacağı düşüncesi ile vazgeçtiler.”

II. Dünya Savaşı İle İlgili En İyi Filmler

0 yorum
      Malesef Hollywood gibi bazı ticari kurumlar daha fazla kitleye ulaşmak yani daha çok para kazanmak için gerçek hikayelerden uyarlanmış filmleri doğrudan türetmek yerine biraz ticari dokunuşlar ile filmin ana fikrini, duygusunu değiştirebilmektedirler. Şüphesiz bu problem sinema severlerin en büyük problemi olmaya da devam etmektedir. Ben de bu konuda size yardımcı olmak için 2.Dünya Savaşı ile ilgili filmleri derledik. İşte o filmler ve konuları.

  

1- Enemy At the Gates (Kapımdaki Düşman)

   II. Dünya Savaşının en hararetli dönemi olan tarihin en kanlı operasyonu Barbarossa Harekatı 'ndaki Stalingrad Muharebesini işler. Film Stalingrad Muharebesinde yer alan Sovyet Sniper Vasili Zaytsev ile Hitler tarafından özel olarak gönderilen Alman sniper arasındaki çekişmeye odaklanmıştır. Jude Law'ın harika bir oyunculuk sergilediği bu film bir bakımdan da Rusların savaş döneminde neler yaşadığına az da olsa ışık tutuyor. 
Oyuncular: Jude Law, Ed Harris
Yapım Yılı: 2001

IMDB Puanı: 7,6

2- Saving Private Ryan (Er Ryan'ı Kurtarmak)


Film, II. Dünya Savaşında bir grup askerin James Francis Ryan adlı askeri bulma çalışmasını konu alır. Özellikle filmin ilk 20 dakikasındaki Normandiya Çıkarması sahneleri sinema tarihinin en gerçekçi sahnelerinden olarak nitelendirilir. 

Oyuncular : Tom Hanks, Matt Damon, Tom Sizemore
Yapım Yılı: 1998
IMDB Puanı: 8,6

3- The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat)

Film II. Dünya Savaşı sırasında bir grup askerin yaşadıkları stres dolu anları ve ardından yaşadıkları dramatik süreçleri anlatmaktadır. Film özellikle Guadalcanal Muharebesini işlemektedir.
Yapım Yılı: 1998
IMBD Puanı: 7,6

4- Tora! Tora! Tora!

Tora! Tora! Tora!, II. Dünya Savaşındaki Pearl Harbor saldırısını hem Amerikalıların gözünden hem de Japonların gözünden anlatan bir ortak Amerikan - Japon yapımı filmdir.
Yapım Yılı: 1970
IMDB Puanı: 7,5

5- Das Boot

Das Boot, II. Dünya Savaşı konulu gelmiş geçmiş en iyi filmlerden birisi olarak adlandırılır. Film II. Dünya Savaşı sırasında bir Alman U Bot'unda yaşananları konu alır. U-96 tipi bir Alman denizaltısının mürettebatının yaşadıkları ve psikolojik durumları oldukça insancıl bir boyutta anlatılmıştır ve bu bakış açısı o zamana kadar savaş filmlerinde olmayan bir bakış açısıdır. Filmin 1980 yılındaki galasına gelen ünlü sinema eleştirmenleri filmden sonra yönetmen Wolfgang Petersen'i ayakta alkışlamışlardır. 
Film genel itibariyle Atlantik Cephesinde geçer.
Yapım Yılı: 1981
IMDB Puanı: 8,4

6- The Schindler's List (Schindler'in Listesi)

The Schindler's List tam anlamıyla bir başyapıttır. Steven Spielberg yönetmenliğindeki bu filmi sadece II. Dünya Savaşı filmleri arasında değerlendirmek yanlış olur keza bu film sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden birisi olarak nitelendirilir. Film Nazilerin Holokost sürecinde topluca imha edilen Yahudileri kurtarmaya çalışan Oskar Schindler adındaki bir Alman işadamının yaptıklarını anlatır. Oldukça sarsıcı ve derin bir filmdir.
Yapım Yılı: 1993
IMDB Puanı: 8,9

7- Letters from Iwo Jima (Iwo Jima'dan Mektuplar)

Letters from Iwo Jima, Iwo Jima muharebesine katılan askerlere ait mağaralarda ve yerlerde kalan mektuplardan esinlenerek çekilmiştir. Film bir Clint Eastwood şaheseri olmasına rağmen tamamen Japonca çekilmiştir. Filmde Iwo Jima muharebesine katılan askerler ve komutanlara ait kesitlere de yer verilmektedir. 
Yapım Yılı: 2006
IMDB Puanı: 7,9

8- A Bridge Too Far

A Bridge Too Far filmi kendisi ile aynı adı taşıyan kitaptan uyarlanmıştır. Film II. Dünya Savaşındaki Market Garden Operasyonunu işler. Operasyonda yapılan hatalar ve bu hatalardan dolayı operasyonun başarısız olması çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Şüphesiz, II. Dünya Savaşı'nı işleyen en güzel filmlerden birisidir.
Yapım Yılı: 1977
IMDB Puanı: 7,4

9- The Longest Day (En Uzun Gün)

The Longest Day, II. Dünya Savaşını işleyen en eski filmlerden birisidir. 1962 yapımı bir film olmasına rağmen tam anlamıyla bir şaheserdir. Filmde Normandiya çıkarması sırasında sivillerin yaşadıkları ele alınır. Filmin ismi Batı Avrupa ordular grup komutanı Erwin Rommel'in şu sözünden esinlenilmiştir "Hem müttefikler hem de Almanlar için bu gün en uzun gün olacak"
Yapım Yılı : 1962
IMDB Puanı: 7,8

10- The Pianist (Piyanist)

Şüphesiz ki II. Dünya Savaşı'nı işleyen en etkili filmlerden birisidir. İzleyenleri iliklerine kadar etkiler.  Bana kalırsa en iyisidir. Film Nazilerin holokost sürecinde bir Yahudi piyanistin yaşadıklarını konu alır.  Yahudilere uygulanan baskının ve zulmün ve kahramanımızın yaşadıkları filmi izlerken sizi adeta filmin içinde sokmakta ve şok etmektedir. 
Film Yahudi asıllı Polonyalı piyanist ve bestekar Wladyslaw Szpilman'ın hayatının anlatıldığı Ronald Harwood'un kitabından esinlenerek çekilmiştir. The Pianist, Fransa- Almanya- Polonya ortak yapımıdır.
Yapım Yılı: 2002
IMDB Puanı: 8,5


ABD, Rusya, Suriye Kürtleri ve Cenevre Görüşmeleri

0 yorum

                                                                       

İki hafta üstüste iki ayrı toplantıda AB'li yetkililere ve karşılaştığım Amerikalılara bir gözlemde bulundum:
“ABD’nin Suriye eksenindeki Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere’sini hatırlatıyor. Birbirine karşıt güçlere, aynı konuda ve aynı alanda tutamayacakları sözler veriyorlar.”

Suriye konusunda Amerikan-Rus ortak sponsorluğunda BM gözetiminde başlatılan Cenevre-III’te Suriyeli Kürtlerin en önemli siyasi temsilcisi PYD’nin sanki Kürtler, Suriye coğrafyasında yer almıyormuş, uluslararası sistemin Suriye’deki “bir numaralı hedefi” olan İD’ne (IŞİD) en etkili savaşkan gücü ifade etmiyormuş ve dahası bugün Suriye topraklarında Lübnan’ın üç misli büyüklüğünde bir alana hükmetmiyorlarmış gibi “masada yer almaması”na ilişkin olarak (28 Şubat tarihli Radikal yazısında) şu satırlara yer vermiştim:

“... Ankara ile PYD tercihi, Türkiye’deki iktidar tarafından Washington’un önüne sunulunca, Amerika, ‘dişlerini gıcırdatsa’ da, ‘şu aşamada Ankara’ demiş oldu.

                                                                                 3.02.2016
Cengiz Çandar


PYD’yi ‘terörist’ görmek bir yana... ‘müttefik’ görüyor olsa da, PYD, öncelikle IŞİD’e karşı savaşan bir güç. Ama, Cenevre’de başlatılmak istenenin, rejim ile onunla savaşan muhalifleri arasındaki müzakereler olması, PYD’nin Ankara’ya ‘feda edilmesi’nin bir izahı sayılabilir. Her ne olursa olsun, Batı’da PYD’yi ve PYD üzerinden Kürtleri Rusya’ya kaptırma kaygısı önümüzdeki dönemde öne çıkacağa benziyor…

ABD’nin bu kez Kürtler'in çıkarlarını gözetmek ve durumu dengelemek için, bir şeyler yapmaya çalışması gerekebilir.”

Bu tespitin doğrulanması için çok beklemeye gerek kalmadı. Hafta sonu, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk, yanına İngiliz ve Fransız temsilcilerini alarak, adeta bir gösteri halinde, Kobani’yi ziyaret etti.

Bir ABD yetkilisinin –üstelik Suriye Özel Temsilcisi- bırakın Kobani’yi yani Rojava’yı, Suriye topraklarında 2012’de Büyükelçi Robert Ford’un ülkeyi terketmesinden sonraki ilk ziyareti bu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu her gün basbas, “PYD de teröristtir” diye bağırıyor, PYD’yi “halkına katliam yapan rejimin işbirlikçisi” olarak aklı başında hiç kimseyi inandıramayacağı ipe sapa gelmez iddialarla etiketliyor ve tam bunların yapıldığı bir sırada, ABD’nin Suriye’ye en yüksek yetkilisi, kalkıyor Kobani’ye gidiyor; PYD, YPG ve özerk yönetimi oluşturan Tev-Dem yetkilileriyle iki gün geçiriyor.

Yani, Türkiye’nin müttefiki olan ABD, konu PYD olunca, Türkiye’nin ne dediğini pek umursamıyor.

Kobani, Suruç’un 10 kilometre ötesindeki Mürşitpınar’dan yürüyerek bir dakikada girilen bir nokta. Brett McGurk ve yanındakiler, NATO müttefiki Türkiye toprakları üzerinden değil, Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye’den havalanıp, PYD-YPG’nin elindeki Rojava bölgesindeki Rumeilan’a iniyorlar. Oradan YPG mevzilerinin güvencesi altında ilerleyerek, kilometrelerce yol yapıp Kobani’ye geliyorlar.

Bunun bir “sembolizmi” olduğu ve “mesaj” içerdiği, herhalde, apaçık ortada.

Dahası, Brett McGurk, Rojava’da iken, ABD Dışişleri’nin iki numarası Tony Blinken, Cenevre’de PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Blinken’ın Amerikan sistemi içindeki işlevinin, “Dışişleri’nin iki numarası” olmanın çok daha yükseğinde olduğunu bilen bilir.

Bütün bunlar, bir yandan, Suriye Kürtlerine, bir yandan da Ankara’ya mesajlar.

Zaten, geçen hafta, Washington’un PYD’nin “Cenevre masası”nda olmasından yana olduğunu yazdığımızda, bu “bilgi”yi kaynağımıza ileten iki yetkiliden biri Tony Blinken, diğeri ise Cenevre’de bulunan ABD’nin “Suriye muhalefeti ile ilişkilerden sorumlu” yetkilisi Michael Ratney idi.

Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden Cenevre-III’te temsili veya bir başka deyimle “Suriye’nin geleceğinde rol sahibi” olmaları, bir süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. Nitekim, Salih Müslim, haftasonu ANF’ye Türkçe yaptığı açıklamalarda “ABD ve Rusya heyeti ile yapılan bir dizi görüşme”ye ilişkin şunları söyledi:

“Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.”

Salih Müslim, ‘Bu görüşmelerde doğrudan sizin Cenevre-III’e dahil edileceğiniz dile getirildi mi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:

“Evet söylediler. Ama bunun içinde yine aynı şekilde zamanlamanın önemli olduğunu ifade ettiler…”

Son gelişme şu: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Salih Müslim ile Cenevre’de bir kez daha görüştü. Salih Müslim, Rus yetkiliyle görüşme sonrası şöyle dedi:

“Rus heyeti bu görüşmemizde bizlerin yani PYD’nin bir süre sonra Cenevre-III görüşmelerine dahil edileceğini ama biraz sabretmemiz gerektiğini söyledi.”

Müslim, Rus heyetinin kendilerine “Kürtlerin Cenevre-III’e katılması gerektiğini, Cenevre-III’te alınan ilk kararların değerlendirilmesi için 20’ye yakın devletin içerisinde bulunduğu Uluslararası Suriye Destek Grubu tarafından 11 Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilecek toplantıda bir kez daha dile getireceğiz ve bunda ısrarlı olacağız” dediklerini de bildirdi.

Türk diplomasisi, PYD ve Kürt meselesi üzerinden uluslararası alanda yine bir “muharebe alanı”nda boy gösterecek demektir. Eğer, Münih Toplantısı, “perde arkası”nda sağlanacak bir “ABD-Rusya uzlaşması”nı yansıtırsa, Türk diplomasisinin bu “ikili”ye karşı fazla geniş bir manevra alanı olamaz.

Türkiye’nin ABD-Rusya ikilisine karşı geniş bir diplomatik manevra alanı yok ama Suriye Kürtlerine karşı savaşı “cephe gerisi”nde yürütmek ve bunu istediği sonucu ulaştırmak için “Cizre-Sur hattı”nda çok güçlü bir iradesi var.

Ankara, kendi Kürt yerleşimlerine yönelik “savaş hukuku” kurallarını bile işlemez hale getirecek şekilde “askeri operasyonları”na ve “psikolojik savaş”a tam istim devam ederken, Rusya da, sınırın öte yanında “Türkiye ile ilişkili Suriyeli oyuncular”a yönelik amansız bir bombardıman kampanyasına girişmiş bulunuyor.

Öyle ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Ürdün’de Rusya’dan şikayet ederken, “Yaptığımız herşeyin Rusya’nın yaptıklarının altında kalması benim için sürekli bir üzüntü kaynağı. Ruslar, konuşalım diyorlar ve ardından konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar. Ruslarla sorun, bir yandan konuşuyor, bir yandan da bombalıyor ve Esad’ı destekliyor olmaları” diye hem bir “gerçek fotoğraf” yansıttı, hem de “acz” ifade etti.

Bu arada, Rusya Savunma Bakanlığı, sadece son bir hafta içinde 468 hava bombardımanı gerçekleştirdiğini ve 1300 “terörist hedefin vurulduğunu” açıkladı. (Herkesin “teröristi” farklı…)

Rusya’nın yoğun bombardımanları, Bayırbucak bölgesinde Türkmen bırakmazken, Suriye ordusu da Rus desteği sayesinde Halep’in kuzeyinde, Türkiye’nin muhaliflere ikmal hattını kesmeyi hedef alan operasyonlar başlatmış durumda.

Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izlemeden Türkiye’deki akıl tutulmasına akıl erdiremezsiniz.


Türkiye’ye hükmeden irade, bu kafayla, aslında sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaadediyor.


ABD'nin Suriye'deki Amacı Nedir?

0 yorum
Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN'ın Makalesinden Alıntıdır.

Cenevre Süreci’nde gelinen son nokta açık olarak gösterdi ki, süreç işlesin işlemesin, buradan bir anlaşma çıksın veya çıkmasın, Suriye meselesine taraf olanların tamamını memnun edecek bir çözüm bulmaya imkân yoktur. Her ne kadar “diplomasi ideal olanı değil, mümkün olanı elde etme sanatıdır” şeklinde bir söz varsa da, Cenevre’nin sonunda ortaya çıkacağı aşağı yukarı belli olan tablo sürdürülebilir olmaktan uzak, gerçekçi olmayan, yeni ve daha derin krizlerin tohumlarını mündemiç bir “yalancı çözüm”den ibaret kalacaktır. Müzakerelere dahil olan tüm kesimler de bunu pekâlâ bilmekte, günü kurtarmak için hareket etmektedirler.
Baas rejimi ve Esad ailesi varoluşlarını sürdürebilmek için gerekli şartları meydana getirmenin, bir nev’i “Esatçı Garanti Mekanizması” tesis etmenin peşindedir. Sayısal çoğunluğa sahip ama siyasal parçalanmışlıkla malul Sünni Arap gruplar, yeni Suriye’nin inşasında kilit rol oynamak, mümkünse Baassız bir geleceği teminat altına almak niyetindedir. PYD ülkenin kuzeyinde federe devlet kurmak hedefine dönük adımlar atmaktadır. Suriye Türkleri ise bilhassa Rusların devreye girmesinden sonra en fazla hedef alınan grup olmakla birlikte, ne Cenevre’ye davet edilmekte ne de Suriye’nin siyasal geleceğinde söz sahibi olabilecekleri bir toprak parçasının tam denetimini sağlayabilmektedir.
Bölgesel güçlerden İran ve Suudi Arabistan destekledikleri gruplar üzerinden artık tüm Orta Doğu coğrafyasına yayılmış bulunan vekaleten mücadelelerini Suriye ölçeğinde sürdürmektedir. İran, Lübnan’a uzanan bir hat üzerinde kendisine müzahir rejimleri ayakta tutmak, Suudi Arabistan ise İran tarafından çevrelenmişlik tehdidinden kurtulmak peşindedir. İsrail için Suriye’nin paramparça olması ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bir daha belini doğrultamaması ziyadesiyle memnuniyet veren bir gelişmedir. Fakat, İran’ın nüfuz alanının daraltılabilmesi için, yeni Suriye mimarisinde kendisiyle birlikte hareket etmeye hazır bir Kürt federal bölgesinin varlığı büyük önem taşımaktadır.
Rusya ısrarcı ve pervasız Suriye politikasıyla, hem alanda hem de masada söz sahibi olmuştur. Doğu Akdeniz’deki askerî ve siyasi varlığını perçinlemek, böylece mevcut ve müstakbel enerji rezervlerinde söz sahibi olabilmek hedefine adım adım yaklaşmaktadır. Moskova’nın Suriye politikasının iki temel direği Şam ve Tahran rejimleridir. PYD ile flört ederek de, Kuzey Suriye alanının tamamen kontrolü dışında şekillenmesine engel olmak arzusundadır.
ABD’nin ise Suriye’de ne istediği ve niye istediği belli değildir. DAEŞ ile mücadeleyi öncelediğini, terörün bitirilmesinin Suriye rejiminin işlediği suçların cezasız kalmasından daha önemli olduğunu eylem ve söylemleriyle ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de, teröristler arasında da, mazlum ve mağdurlar arasında da ayrım yapmaktan çekinmemektedir. Bugün için DAEŞ’le mücadele etsinler diye silahlandırdığı bazı terör örgütlerinin önümüzdeki dönemde hem Suriye’de hem de bölgenin tamamında ne gibi büyük melanetlerin müsebbibi olabileceklerini ya hiç hesaba katmamakta, ya da görmezden gelmektedir.
Önde gelen Amerikan gazetelerine baktığınızda Suriye meselesinin hem haber sayfalarında hem de köşe yazarlarının yorumlarında ne kadar küçük yer kapladığını görebilirsiniz. Amerikan siyasetçisinin tüm gündemini kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi işgal etmektedir. Zaten kendi eyaleti dışında olup bitenlere ekseriyetle cahil ve bigane kalan sıradan Amerikalılar için Suriye çok uzaklardaki, terör kaynağı bir ülkeden ibarettir. Ve maalesef tüm Batı dünyasında olduğu gibi ABD’de de, “terör ile Müslümanların iç içe olduğu” şeklinde hastalıklı bir düşünce pompalanmaktadır.
Kimsenin zoruyla değil, Obama’nın kendi başına ilan ettiği “kırmızı çizgiler”in aşılmasına göz yumulmamış olsaydı, bugün Esadsız ve DAEŞ’siz, yeni Suriye’nin temelleri atılıyor olacaktı. ABD bunu yapmadı. Washington yönetiminin, Suriye krizinin çözümünü Cenevre süreci gibi başarı ihtimali düşük bir mekanizmaya havale etmesi, sorunun nasıl çözülebileceğine ilişkin hiçbir akılcı çözüm üretemediğinin de göstergesidir. Eyyamcılıkla büyük güç kalınmaz…
 
© 2013 Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler | Designed by Making Different | Provided by All Tech Buzz | Powered by Blogger