3 Şubat 2016 Çarşamba

ABD, Rusya, Suriye Kürtleri ve Cenevre Görüşmeleri

0 yorum

                                                                       

İki hafta üstüste iki ayrı toplantıda AB'li yetkililere ve karşılaştığım Amerikalılara bir gözlemde bulundum:
“ABD’nin Suriye eksenindeki Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere’sini hatırlatıyor. Birbirine karşıt güçlere, aynı konuda ve aynı alanda tutamayacakları sözler veriyorlar.”

Suriye konusunda Amerikan-Rus ortak sponsorluğunda BM gözetiminde başlatılan Cenevre-III’te Suriyeli Kürtlerin en önemli siyasi temsilcisi PYD’nin sanki Kürtler, Suriye coğrafyasında yer almıyormuş, uluslararası sistemin Suriye’deki “bir numaralı hedefi” olan İD’ne (IŞİD) en etkili savaşkan gücü ifade etmiyormuş ve dahası bugün Suriye topraklarında Lübnan’ın üç misli büyüklüğünde bir alana hükmetmiyorlarmış gibi “masada yer almaması”na ilişkin olarak (28 Şubat tarihli Radikal yazısında) şu satırlara yer vermiştim:

“... Ankara ile PYD tercihi, Türkiye’deki iktidar tarafından Washington’un önüne sunulunca, Amerika, ‘dişlerini gıcırdatsa’ da, ‘şu aşamada Ankara’ demiş oldu.

                                                                                 3.02.2016
Cengiz Çandar


PYD’yi ‘terörist’ görmek bir yana... ‘müttefik’ görüyor olsa da, PYD, öncelikle IŞİD’e karşı savaşan bir güç. Ama, Cenevre’de başlatılmak istenenin, rejim ile onunla savaşan muhalifleri arasındaki müzakereler olması, PYD’nin Ankara’ya ‘feda edilmesi’nin bir izahı sayılabilir. Her ne olursa olsun, Batı’da PYD’yi ve PYD üzerinden Kürtleri Rusya’ya kaptırma kaygısı önümüzdeki dönemde öne çıkacağa benziyor…

ABD’nin bu kez Kürtler'in çıkarlarını gözetmek ve durumu dengelemek için, bir şeyler yapmaya çalışması gerekebilir.”

Bu tespitin doğrulanması için çok beklemeye gerek kalmadı. Hafta sonu, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk, yanına İngiliz ve Fransız temsilcilerini alarak, adeta bir gösteri halinde, Kobani’yi ziyaret etti.

Bir ABD yetkilisinin –üstelik Suriye Özel Temsilcisi- bırakın Kobani’yi yani Rojava’yı, Suriye topraklarında 2012’de Büyükelçi Robert Ford’un ülkeyi terketmesinden sonraki ilk ziyareti bu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu her gün basbas, “PYD de teröristtir” diye bağırıyor, PYD’yi “halkına katliam yapan rejimin işbirlikçisi” olarak aklı başında hiç kimseyi inandıramayacağı ipe sapa gelmez iddialarla etiketliyor ve tam bunların yapıldığı bir sırada, ABD’nin Suriye’ye en yüksek yetkilisi, kalkıyor Kobani’ye gidiyor; PYD, YPG ve özerk yönetimi oluşturan Tev-Dem yetkilileriyle iki gün geçiriyor.

Yani, Türkiye’nin müttefiki olan ABD, konu PYD olunca, Türkiye’nin ne dediğini pek umursamıyor.

Kobani, Suruç’un 10 kilometre ötesindeki Mürşitpınar’dan yürüyerek bir dakikada girilen bir nokta. Brett McGurk ve yanındakiler, NATO müttefiki Türkiye toprakları üzerinden değil, Irak Kürdistanı’ndaki Süleymaniye’den havalanıp, PYD-YPG’nin elindeki Rojava bölgesindeki Rumeilan’a iniyorlar. Oradan YPG mevzilerinin güvencesi altında ilerleyerek, kilometrelerce yol yapıp Kobani’ye geliyorlar.

Bunun bir “sembolizmi” olduğu ve “mesaj” içerdiği, herhalde, apaçık ortada.

Dahası, Brett McGurk, Rojava’da iken, ABD Dışişleri’nin iki numarası Tony Blinken, Cenevre’de PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Blinken’ın Amerikan sistemi içindeki işlevinin, “Dışişleri’nin iki numarası” olmanın çok daha yükseğinde olduğunu bilen bilir.

Bütün bunlar, bir yandan, Suriye Kürtlerine, bir yandan da Ankara’ya mesajlar.

Zaten, geçen hafta, Washington’un PYD’nin “Cenevre masası”nda olmasından yana olduğunu yazdığımızda, bu “bilgi”yi kaynağımıza ileten iki yetkiliden biri Tony Blinken, diğeri ise Cenevre’de bulunan ABD’nin “Suriye muhalefeti ile ilişkilerden sorumlu” yetkilisi Michael Ratney idi.

Suriye Kürtlerinin PYD üzerinden Cenevre-III’te temsili veya bir başka deyimle “Suriye’nin geleceğinde rol sahibi” olmaları, bir süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. Nitekim, Salih Müslim, haftasonu ANF’ye Türkçe yaptığı açıklamalarda “ABD ve Rusya heyeti ile yapılan bir dizi görüşme”ye ilişkin şunları söyledi:

“Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.”

Salih Müslim, ‘Bu görüşmelerde doğrudan sizin Cenevre-III’e dahil edileceğiniz dile getirildi mi?’ sorusuna ise şu karşılığı verdi:

“Evet söylediler. Ama bunun içinde yine aynı şekilde zamanlamanın önemli olduğunu ifade ettiler…”

Son gelişme şu: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, Salih Müslim ile Cenevre’de bir kez daha görüştü. Salih Müslim, Rus yetkiliyle görüşme sonrası şöyle dedi:

“Rus heyeti bu görüşmemizde bizlerin yani PYD’nin bir süre sonra Cenevre-III görüşmelerine dahil edileceğini ama biraz sabretmemiz gerektiğini söyledi.”

Müslim, Rus heyetinin kendilerine “Kürtlerin Cenevre-III’e katılması gerektiğini, Cenevre-III’te alınan ilk kararların değerlendirilmesi için 20’ye yakın devletin içerisinde bulunduğu Uluslararası Suriye Destek Grubu tarafından 11 Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilecek toplantıda bir kez daha dile getireceğiz ve bunda ısrarlı olacağız” dediklerini de bildirdi.

Türk diplomasisi, PYD ve Kürt meselesi üzerinden uluslararası alanda yine bir “muharebe alanı”nda boy gösterecek demektir. Eğer, Münih Toplantısı, “perde arkası”nda sağlanacak bir “ABD-Rusya uzlaşması”nı yansıtırsa, Türk diplomasisinin bu “ikili”ye karşı fazla geniş bir manevra alanı olamaz.

Türkiye’nin ABD-Rusya ikilisine karşı geniş bir diplomatik manevra alanı yok ama Suriye Kürtlerine karşı savaşı “cephe gerisi”nde yürütmek ve bunu istediği sonucu ulaştırmak için “Cizre-Sur hattı”nda çok güçlü bir iradesi var.

Ankara, kendi Kürt yerleşimlerine yönelik “savaş hukuku” kurallarını bile işlemez hale getirecek şekilde “askeri operasyonları”na ve “psikolojik savaş”a tam istim devam ederken, Rusya da, sınırın öte yanında “Türkiye ile ilişkili Suriyeli oyuncular”a yönelik amansız bir bombardıman kampanyasına girişmiş bulunuyor.

Öyle ki, İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Ürdün’de Rusya’dan şikayet ederken, “Yaptığımız herşeyin Rusya’nın yaptıklarının altında kalması benim için sürekli bir üzüntü kaynağı. Ruslar, konuşalım diyorlar ve ardından konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar. Ruslarla sorun, bir yandan konuşuyor, bir yandan da bombalıyor ve Esad’ı destekliyor olmaları” diye hem bir “gerçek fotoğraf” yansıttı, hem de “acz” ifade etti.

Bu arada, Rusya Savunma Bakanlığı, sadece son bir hafta içinde 468 hava bombardımanı gerçekleştirdiğini ve 1300 “terörist hedefin vurulduğunu” açıkladı. (Herkesin “teröristi” farklı…)

Rusya’nın yoğun bombardımanları, Bayırbucak bölgesinde Türkmen bırakmazken, Suriye ordusu da Rus desteği sayesinde Halep’in kuzeyinde, Türkiye’nin muhaliflere ikmal hattını kesmeyi hedef alan operasyonlar başlatmış durumda.

Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izlemeden Türkiye’deki akıl tutulmasına akıl erdiremezsiniz.


Türkiye’ye hükmeden irade, bu kafayla, aslında sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaadediyor.


ABD'nin Suriye'deki Amacı Nedir?

0 yorum
Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN'ın Makalesinden Alıntıdır.

Cenevre Süreci’nde gelinen son nokta açık olarak gösterdi ki, süreç işlesin işlemesin, buradan bir anlaşma çıksın veya çıkmasın, Suriye meselesine taraf olanların tamamını memnun edecek bir çözüm bulmaya imkân yoktur. Her ne kadar “diplomasi ideal olanı değil, mümkün olanı elde etme sanatıdır” şeklinde bir söz varsa da, Cenevre’nin sonunda ortaya çıkacağı aşağı yukarı belli olan tablo sürdürülebilir olmaktan uzak, gerçekçi olmayan, yeni ve daha derin krizlerin tohumlarını mündemiç bir “yalancı çözüm”den ibaret kalacaktır. Müzakerelere dahil olan tüm kesimler de bunu pekâlâ bilmekte, günü kurtarmak için hareket etmektedirler.
Baas rejimi ve Esad ailesi varoluşlarını sürdürebilmek için gerekli şartları meydana getirmenin, bir nev’i “Esatçı Garanti Mekanizması” tesis etmenin peşindedir. Sayısal çoğunluğa sahip ama siyasal parçalanmışlıkla malul Sünni Arap gruplar, yeni Suriye’nin inşasında kilit rol oynamak, mümkünse Baassız bir geleceği teminat altına almak niyetindedir. PYD ülkenin kuzeyinde federe devlet kurmak hedefine dönük adımlar atmaktadır. Suriye Türkleri ise bilhassa Rusların devreye girmesinden sonra en fazla hedef alınan grup olmakla birlikte, ne Cenevre’ye davet edilmekte ne de Suriye’nin siyasal geleceğinde söz sahibi olabilecekleri bir toprak parçasının tam denetimini sağlayabilmektedir.
Bölgesel güçlerden İran ve Suudi Arabistan destekledikleri gruplar üzerinden artık tüm Orta Doğu coğrafyasına yayılmış bulunan vekaleten mücadelelerini Suriye ölçeğinde sürdürmektedir. İran, Lübnan’a uzanan bir hat üzerinde kendisine müzahir rejimleri ayakta tutmak, Suudi Arabistan ise İran tarafından çevrelenmişlik tehdidinden kurtulmak peşindedir. İsrail için Suriye’nin paramparça olması ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bir daha belini doğrultamaması ziyadesiyle memnuniyet veren bir gelişmedir. Fakat, İran’ın nüfuz alanının daraltılabilmesi için, yeni Suriye mimarisinde kendisiyle birlikte hareket etmeye hazır bir Kürt federal bölgesinin varlığı büyük önem taşımaktadır.
Rusya ısrarcı ve pervasız Suriye politikasıyla, hem alanda hem de masada söz sahibi olmuştur. Doğu Akdeniz’deki askerî ve siyasi varlığını perçinlemek, böylece mevcut ve müstakbel enerji rezervlerinde söz sahibi olabilmek hedefine adım adım yaklaşmaktadır. Moskova’nın Suriye politikasının iki temel direği Şam ve Tahran rejimleridir. PYD ile flört ederek de, Kuzey Suriye alanının tamamen kontrolü dışında şekillenmesine engel olmak arzusundadır.
ABD’nin ise Suriye’de ne istediği ve niye istediği belli değildir. DAEŞ ile mücadeleyi öncelediğini, terörün bitirilmesinin Suriye rejiminin işlediği suçların cezasız kalmasından daha önemli olduğunu eylem ve söylemleriyle ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de, teröristler arasında da, mazlum ve mağdurlar arasında da ayrım yapmaktan çekinmemektedir. Bugün için DAEŞ’le mücadele etsinler diye silahlandırdığı bazı terör örgütlerinin önümüzdeki dönemde hem Suriye’de hem de bölgenin tamamında ne gibi büyük melanetlerin müsebbibi olabileceklerini ya hiç hesaba katmamakta, ya da görmezden gelmektedir.
Önde gelen Amerikan gazetelerine baktığınızda Suriye meselesinin hem haber sayfalarında hem de köşe yazarlarının yorumlarında ne kadar küçük yer kapladığını görebilirsiniz. Amerikan siyasetçisinin tüm gündemini kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi işgal etmektedir. Zaten kendi eyaleti dışında olup bitenlere ekseriyetle cahil ve bigane kalan sıradan Amerikalılar için Suriye çok uzaklardaki, terör kaynağı bir ülkeden ibarettir. Ve maalesef tüm Batı dünyasında olduğu gibi ABD’de de, “terör ile Müslümanların iç içe olduğu” şeklinde hastalıklı bir düşünce pompalanmaktadır.
Kimsenin zoruyla değil, Obama’nın kendi başına ilan ettiği “kırmızı çizgiler”in aşılmasına göz yumulmamış olsaydı, bugün Esadsız ve DAEŞ’siz, yeni Suriye’nin temelleri atılıyor olacaktı. ABD bunu yapmadı. Washington yönetiminin, Suriye krizinin çözümünü Cenevre süreci gibi başarı ihtimali düşük bir mekanizmaya havale etmesi, sorunun nasıl çözülebileceğine ilişkin hiçbir akılcı çözüm üretemediğinin de göstergesidir. Eyyamcılıkla büyük güç kalınmaz…

Vietnam War Gallery

0 yorum



 






VİETNAM SAVAŞI - 2

0 yorum
Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy 20 Ocak 1961'de görevine resmen başladığı zaman Viet Cong'un faaliyetleri ile Güney Vietnam'da durum daha da kötüleşmişti. Bu sebeple Kenndy, Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson'ı, durumu yerinde incelemek üzere, 1961 Mayısında Güney Vietnam'a gönderdi. Johnson ve Diem arasında yapılan görüşmeler sonunda, 13 Moyıs 1961'de yayınlanan ortak bildiride, Güney Vietnam'da mevcut olan gerilla savaşı ve «Komünist Imparatorluğu'nun» «Hür Vietnam»a yaptığı baskı karşısında alınması gereken tedbirler 8 madde halinde belirtiliyordu ki, bu tedbirler arasında Amerika'nın askerî yardımı ile uzman yani danışman yardımı başta geliyordu.
Bu durum karşısında Kennedy iki baskı arasında kalmıştır. Askerlere göre Güney Vietnam'a Amerikan askeri gönderilmeliydi. Dışişleri Bakanlığı ise, bunun tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini ve Amerika'yı Vietnam'da Fransa'nın durumuna düşürebileceği görüşünü ileri sürdü. Başkan Kennedy bu iki görüşün arasında yer aldı ve Güney Vietnam'daki Amerikan askerî danışmanlarının sayısını arttırdı, 1963 Kasımında bir suîkaste kurban gittiğinde, danışmanların sayısı 17.000'i bulmuştu. Fakat bu meseleye çare olmadı.
Öte yandan, Güney Vietnam'da Diem'in diktatörlüğü her geçen gün halk için çekilmez hale gelmeye başlamıştı. Bu sebeple, siyasî reformlar yapabilecek bir idareyi işbaşına getirmek amacı ile ve Amerika'nın desteklediği bir darbe ile, Diem 1963 Aralık ayında iktidardan düşürüldü ve yerine General Duong Van Minh başkanlığında bir Askerî İhtilâl Konseyi geçti.
Kennedy'nin öldürülmesinden sonra, Anayasa gereği, Başkanlığa, Başkan Yardımcısı Johnson geçti. Johnson'la beraber Amerika'nın Vietnam politikası da yeni bir safhaya girdi. Daha doğrusu Amerika Vietnam savaşına fiilen bulaştı. Zira, 2 Ağustos 1964 günü Tonkin Körfezinde Amerikan donanmasına ait Maddox destroyeri Viet Minh (Kuzey Vietnam) gemilerinin saldırısına uğradı. 4 Ağustos günü bu saldırılar diğer Amerikan gemilerine de yöneldi. Amerikan donanması bu saldırıları püskürtmekle ve iki Viet Minh gemisini batırmakla beraber, hukuken Viet Minh Amerika'ya saldırıda bulunmuş olmaktaydı. Bu sebeple, Başkan Johnson 5 Ağustos'ta Kongre'ye gönderdiği mesajda, komünizmin saldırılarına karşı Amerika'nın kararlılığını göstermesini ve bu saldırılara karşı koymada, asker kullanma da dahil, Başkana yetki verilmesini istedi. Kongre ise, 10 Ağustosta aldığı ortak kararında,Başkana, Amerikan silâhlı kuvvetlerine karşı vukubulacak her türlü saldırıyı defetmek ve Amerika'nın SEATO antlaşması çerçevesi içindeki taahhütlerini yerine getirmek için, Amerikan askerlerinin kullanılması da dahil, her türlü tedbiri alma yetkisini verdi. Karar, Senato'da 2'ye karşıt  88  ve Temsilciler Meclisinde de sıfıra karşı 416 oyla kabul edilmişti.
Amerika'nın bu kararlılığı, Viet Minh'in cesaretini kıracağı yerde, güneydeki faaliyetlerini daha da arttırdı. Bunun üzerine Başkan Johnson Kuzey Vietnam'ı müzakere masasına oturtabilmek amacı ile, 1965 Şubatından itibaren Kuzey Vietnam'ı bombalatmaya başladı. Maksad, Viet Minh gerillalarının gücünü kaynağında yok etmekti. Bu sebeple askerî hedefler bombardıman ediliyordu. Bu bombardımanlar üç yıl sürecektir.
Fakat bombardımanlar istenen neticeyi vermedi. Zira Ho Chi Minh, Amerika'nın havadan yaptığı baskıya, karada kendi baskısını arttırarak cevap verdi. Yani, Güney Vietnam'a sızmalar ve gerilia faaliyetleri büsbütün arttı. Bu ise Amerika' yı, Vietnam'ı Amerikan askeri ile savunmaya şevketti. 1965 Mayısında Güney Vietnam'a 80.000 asker gönderildi. Bu sayı giderek artacak ve 600 bine yaklaşacaktır.
Vietnam'a asker gönderilmesi Amerika'nın kendi içinde büyük çalkantıya sebep oldu. Zira Amerikan askeri ölmeye başlayınca Amerikan kamu oyunda tepkiler artmaya başladı. Büyük şehirlerde ve bilhassa üniversitelerde Vietnam savaşına karşı protesto gösterilerine girişti. Gençlik Vietnam savaşının ve orada ölme gereğinin sebebini anlayamıyordu. Vietnam savaşı, Amerikan kamu oyu için sebebi anlaşılamayan manasız ve amaçsız bir savaş haline gelmişti. O kadar ki, Amerikan Kongresi de Başkan Johnson'ın aleyhine bir tutum almaya ve Johnson'ın yanlış değerlendirme ile kendilerini yanılttığını söylemeye başladı.
Amerika'nın Avrupalı müttefikleri de Amerika'nın Vietnam macerasını tasvib etmediler. Batı ittifakı Vietnam'da bir prestij yarası alırken, öte yandan Amerika kendi müttefiklerine yeteri kadar danışmadan bir maceraya girmişti ki, bu maceranın sonu Batı Avrupa'yı da işin içine çekebilirdi. Bu konuda en fazla tepki gösteren de Fransa oldu.
Halbuki Amerika'nın bu savaşı değerlendirmesindeki faktörler şöyle idi.
Amerika Güney-Doğu Asya ile Pasifiği kendi millî menfaatlerinin ve güvenliğinin hayatî bir bölgesi olarak telâkki ediyordu. II. Dünya Savaşı’nda Japonya ile çatışmaya sürüklenmesinin sebebi de, Çin'i korumaktan ziyade, Japonya'nın güneye sarkıp Güney-Doğu Asya ve Pasifiği tehdit etmesiydi.
Kuzey Vietnam'a da bu sefer Çin açısından bakıyor ve Kuzey Vietnam'ı Çin'in bir uzantısı olarak görüyordu. Bilhassa Çin'in 1959 da Tibet'i işgali ve 1962'de de Hindistan'a saldırması, 1964'de Çin'in kendi atom bombasını yapması ve nihayet 1965'de Savunma Bakanı Lin Piao'nun Güney-Doğu Asya'dan söz etmesi, Amerika'nın bu konudaki endişelerini arttıran gelişmeler olmuştur. Bütün bunlardan başka, Vietnam'ın yüzlerce yıl Çin hâkimiyeti altında yaşamış olmasını ve ayrıca, Çin Vietnam'a hâkim olduğu takdirde, bölgede yaşayan geniş Çin azınlıklarını da harekete geçirebileceğini de unutmamak gerekir.
Bununla beraber, Başkan Johnson, bir yandan Vietnam savaşında tırmanmaya giderken, öte yandan da, çeşitli kanallardan barış için teşebbüslerini de eksik etmedi. Bu teşebbüsler 1966-1967'de yoğunlaştı.Bu gelişmelerin neticesi olarak 1968 Mayısında Paris'te Kuzey Vietnam ve Amerika arasında barış görüşmeleri başladı ve görüşmeler biraz ilerleyince de, Başkan Johnson 31 Ekim 1968 tarihinden itibaren Vietnam'ın bombardımanını durdurdu.
Bu arada Johnson, 31 Mart 1968'de yaptığı bu konuşmada, “Vietnam  savaşı karşısında Amerikalıları birlik ve bütünlüğe davet etti ve bu birlik ve bütünlüğün korunması için, kendisinin 1568 Kasımındaki başkanlık seçimlerine adaylığını kovmayacağını bildirdi.
1968 Kasımında yapılan Başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi Partiden Richard Nixon kazandı. Nixon, 20 Ocak 1969'da Başbakanlık görevine başladığında Vietnam'da 540.000 Amerikan askeri bulunuyordu ve 31.000 Amerikan askeri de Vietnam'da ölmüştü. Bu sebeple Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Vietnam politikasına yeni bir şekil verdiler. Buna göre, Amerika bir yandan Vietnam'daki askerini yavaş yavaş geriye  çekerken,  bir yandan  Kuzey Vietnam'ın bombalanması daha da arttırılacaktı. Bunun da sebebi, Kuzey Vietnam'ı barışa zorlamaktı. Nitekim, Nixon idaresi bütün bunları yaparken Paris'te devam etmekte olan barış görüşmelerini de hızlandırmaya çalıştı. Nixon, Amerika'yı Vietnam bataklığından çekip çıkarmaya kararlı idi. Bundan dolayı  1969 Haziranında 25.000 Amerikan askerini Vietnam'dan  çekti. 1971  yılı  sonlarında geri çekilen asker sayısı 200.000'i bulacaktır. Bu arada da, Nixon, 1969 Temmuzunda Pasifik bölgesinde yaptığı  bir gezi  sırasında, 25 Temmuzda  Guam adasında yaptığı basın toplantısında, Guam Doktrini veya Nixon Doktrini denen görüşlerini ortaya attı.«işbirliği yolu ile barış»  (peace through partnership) prensibine dayanan bu görüşlere göre, Amerika bundan böyle dünyanın neresinde olursa olsun, Vietnam örneği savaşlara girmeyip .Müttefiklerine Amerikan askerini kullanarak değil, ekonomik ve askerî yardım suretiyle destek olacaktı, Nixon Doktrini, bir bakıma, 1957 Ocak tarihli Eisenhower Doktrinin tersi oluyordu. Çünkü  Eisenhower Doktrini Amerikan askerinin kullanılması esasına dayanmaktaydı.
Paris'te sürmekte olan barış görüşmeleri ancak 1973 yılı başında bir neticeye ulaşabildi. Bunda, 1972 yılında Amerika'nın Çin'le münasebetlerini düzeltmesi ve ayrıca Sovyet Rusya ile Amerika arasında 1972 Mayısında SALT-I antlaşmasının imzası büyük rol oynamıştır Çünkü, Kuzey Vietnam'ın iki destekçisi olan, hem Sovyetlerin ve hem de Çin Halk Cumhuriyeti'nin, Amerika'nın Vietnam'da sıkışık bir durumda bulunduğu bir sırada, bu ülke ile münasebetlerini yumuşatması, Kuzey Vietnam için müsbet bir gelişme değildi, Ho Chi Minh, bir yalnızlık ihtimalinden endîşe etti. Kaldı ki, Amerikan bombardımanlarının Kuzey Vietnam'da yaptığı tahribat da öyle kolay onarılacak cinsten değildi. Ülke gerçekten harap bir duruma girmişti. Bu faktörler, Ho Chi Minh'i savaşı sona erdirmeye sevketti.
Amerika'ya 55.000 Amerikan askerinin ölümüne malolon Vietnam barışı Paris'te 27 Ocak 1973'de imzalandı.Esas metni 23 maddeden ibaret olan bu barış ile, 1954 Cenevre anlaşmalarına dönülüyor, yani 17'nci enlem yine Kuzey ve Güney Vietnam arasında sınır oluyordu. Amerika altmış gün içinde Vietnam'daki bütün askerini ve malzemesini geri çekecek ve mevcut üslerini de tasfiye edecekti. Buna mukabil, Kuzey Vietnam da Güney Vietnam halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesine ve istediği siyasî rejime kendisinin karar vermesine müdahale etmeyecekti. Kuzey ve Güney Vietnam'ın birleştirilmesi, kuvvet ve zor yoluyla değil, iki tarafın aralarında yapacakları müzakereler, karşılıklı anlaşma ve barış yoluyla gerçekleştirilecekti. Bundan başka, Kamboçya ve Laos'un tarafsızlığına ve bağımsızlığına taraflar tam saygı göstereceklerdi, Nihayet, Kuzey Vietnam ile Amerika arasında meydana gelen bu yeni münasebet düzeni dolayısiyle, savaş yaralarının sarılmasında ve kalkınmasında Amerika, Kuzey Vietnam'a yardım edecekti.
Amerika, bu barış ile nihayet yakasını Vietnam'dan kurtarmaya muvaffak olmuştu. Lâkin Vietnam meselesi bu barış ile kapanmadı. Barış ancak 22 ay devam edebildi. Bu sürenin sonunda Güney Vietnam komünistlerin eline geçti.
Amerika, Vietnam'dan çekildikten sonra, Güney Vietnam'ın yaklaşık 1 milyon kadar askeri, 1.600 uçağı ve 600 tankı vardı. Fakat, Viet Cong gerillalarının faaliyeti dolayısile, bu asker sabit mevkileri savunmakta idi. Saldırı gücü yoktu. Diğer taraftan, Vietnam savaşının Amerikan kamu oyunda uyandırdığı tepki dolayısile, barıştan hemen sonra Amerikan Kongresi de Güney Vietnam'a yapılan yardımları, azaltmaya başladı. Askerî yardım 1 milyon dolardan 700 milyona ve ekonomik yardım da 750 milyon dolardan 425 milyona indirildi. Buna karşılık Güney Vietnam'daki askerî durum da iyi değildi. Saygon rejimine karşı savaşan Vietnam Halk Ordusunun güneyde 200.000 askeri bulunuyordu. Viet Cong gerillalarının kuvveti de 100.000 civarında idi. Bütün bunlara bir de Saygon hükümeti içindeki suistimalleri ilâve etmek gerekiyordu.

Bu şartlardan yararlanan  Kuzey Vietnam  1974 Aralık ayı başlarında Kamboçya'dan Mekong Nehri deltasından Güney Vietnam'a doğru saldırılara geçti. Bu saldırıları  Kuzeyden ve diğer yerlerden de yapılan bir çok saldırılar takip etti. Bu saldırılar o kadar çabuk gelişti ki, Güney Vietnam başlıca birer birer komünistlerin eline geçmeye  başladı.  Güney Vietnam  ordusu  bu saldırılar  karşısında  çabucak çöktü. En son 30 Nisan 1975'de başkent Saygon'un komünistlere teslim olması  ile, bütün Vietnam, otuz yıllık bir mücadeleden sonra komünistlerin kontrolü altına girmiş oluyordu. Bu ise Güney-Doğu Asya bölgesindeki kuvvet münasebetlerinin yapısında mühim değişiklikler meydana getirerek yeni bir dönemi açacaktır.

VİETNAM SAVAŞI - 1

0 yorum
Vietnam Savaşı denen ve 1965'de başlayıp 1973 yılı başlarına kadar sekiz yıl devam eden, Amerika'nın Kuzey Vietnam'la mücadelesi, Amerikan tarihi bakımından olduğu kadar, savaş sonrası milletlerarası münasebetlerin gelişmesi açısından son derece enteresan ve mühim bir hâdise teşkil eder. Vietnam savaşı, bir süperdevletin, 17 milyonluk bir küçük ülkede bataklığa nasıl saplandığının da bir hikâyesidir. Bu, aynı zamanda, ağır tabiat şartlarından iyi yararlanan bir gerilla taktiğinin, en mükemmel konvansiyonel silâhlar karşısındaki zaferinin de bir ifadesidir. Nihayet, 1861-1865'denberi, yani son yüz yıl içerisinde ilk defa, Amerikan halkı, manasız ve amaçsız bulduğu bu savaş dolayısı ile federal hükümete karşı başkaldırmıştır. Amerika'nın Vietnam'a bulaşması birdenbire olmamış, yavaş yavaş gelişen bir politikanın neticesi olarak ortaya çıkmıştır.

1954 Temmuzun da ki Cenevre anlaşmaları ile Laos, Kamboçya. Kuzey ve Güney Vietnam bağımsız devletler olmuşlardı. Yalnız, 17'nci enlemin kuzeyinde bulunan Kuzey Vietnam'da Ho Chi Minh liderliğinde bir komünist rejim bulunuyordu. Bu rejimin daha kuzeyinde ise Çin gibi bir komünist dev vardı. Onun da kuzeyinde, Sovyet Rusya gibi bir komünist süper devlet bulunmaktaydı.

Meseleye bu açıdan bakınca, Kuzey Vietnam Asya'daki büyük komünist blokun bir ileri ucu, bir ileri karakolu idi ve bu hali ile de bütün Hindiçini kıtası için muhtemel bir tehdit ve tehlike idi. Bu sebeple Amerika, 1954'den sonra Vietnam'da ve genel olarak Hindiçini de Fransa'nın yerine geçti ve Asya komünist bloku ile SEATO üyelerinin meydana getirdiği anti-komünist güney-doğu Asya arasında bir tampon teşkil eden Güney Vietnam ile yakından ilgilenmeye başladı.


Güney Vietnam'da 23 Ekim 1955'de yapılan bir referandumda imparator Bao Dai düşürüldü ve Vietnam'ın başına Ngo Dinh Diem geçti. Koyu bir komünist aleyhtarı olan Diem'i Amerika hemen 26 Ekimde tanıdı ve Diern de ilk günden itibaren Amerika'ya dayanma yoluna gitti. Diem 8-10 Mayıs 1957'de Amerika'yı ziyaret etti ve yayınlanan ortak demeçte,  Çin'in de adı zikredilerek, bölgede komünizmin yıkıcı faaliyetlerini gittikçe arttırmakta olduğuna dikkat çekildi.

Diğer taraftan, 1954 Cenevre anlaşmalarına göre, Kuzey ve Güney Vietnam seçimler yoluyla birleştirilecekti. Secimler 1956 yılında yapılacaktı. O zamanki genel kanaat odur ki, eğer 1956 yılında seçimler yapılmış olsaydı, Ho Çhi Minh Güney Vietnam'da da seçimleri kazanabilirdi. Bunu bildiği içindir ki, Güney Vietnam diktatörü, katolik ve antikomünist Diem bu seçimlere yanaşmadı. Amerika da Diem'i destekledi. Ho Çhi Minh 1957 yılına kadar bekledi. Diem'in seçime yanaşmadığını görünce, Diem hükümetini devirmek için, Güney Vietnam'daki Viet Cong vasıtası ile yoğun terörist faaliyetlerine ve gerilla mücadelesine girişti. Viet Çong'un Güney Vietnam'da yarattığı huzursuzluk o derece ciddi bir hal aldı ki, Başkan Eisenhower 4 Nisan 1959'da yaptığı bir konuşmada, 12 milyon nüfuslu Güney Vietnam'ın komünist kontrolü altına düşmesinin, 150 milyonluk bir bölgeyi tehlikeye sokacağını, Amerika için ve «hürriyet için» yıkıcı bir gelişmeyi başlatacağını, bundan dolayı Amerika'nın güvenliği ve milli menfaatleri için Güney Vietnam'a ekonomik ve askerî yardımın yapılması gerektiğini söylüyordu. Amerika'nın Vietnam'a bulaşması böyle başladı. Başkan Eisenhower 1960 Kasımında görevden ayrıldığında ve Kennedy Başkanlık seçimlerini kazandığında, Amerika'nın Güney Vietnam'da 1000 «askerî danışmanı bulunuyordu. Başkan Kennedy 22 Kasım 1963 günü öldürüldüğünde ise, bu danışmaların sayısı 17.000 olacaktır. Bu arada 70 danışman da öldürülmüştü. Amerika ilk kayıpları vermeye başlamıştı.


2 Şubat 2016 Salı

Türkiye'nin Suriye ile İmtihanı - 2

0 yorum
Arap Baharı tüm Arap Dünyasında olduğu gibi Suriye'de de büyük karışıklıklara yol açmıştır.Baskıcı rejim,ekonomik yetersizlik,işsizlik sıkıntıları gibi birçok etmenin bir araya gelmesi sonucu Suriye halkı düzene karşı bir patlama yaşamıştır.Suriye halkının meşru taleplerini şiddet kullanarak bastırmaya çalışan rejim aynı zamanda iç savaşa ortam hazırlamıştır.

Muhaliflerin bir kısmı değişimin ancak silah zoruyla olacağına inanmış ve bu şekilde örgütlenmişlerdir.Silahla örgütlenenlerin arasında ordudan kaçarak Esad'a karşı ayaklanan askerler de vardır.Bunlar Özgür Suriye Ordusu(OSO)'nu oluşturmuşlardır.İç karışıklıklar bu şekilde günden güne büyümüştür.

Dünya kamuoyunun dikkatini çeken bu durum Birleşmiş Milletler tarafından kınanmış ve dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ciddi şekilde eleştirilmiştir.

Arap Baharı,Ankara-Şam arasındaki bahar havasına da 'DUR!' demiştir.Esad'ın halkına karşı uyguladığı sert bastırma yöntemleri Ak Parti(AKP) tarafından tepkiyle karşılanmıştır.İlişkiler bozulmuş,dostane ilişkiler bir başka bahara kalmıştır.Beşşar Esad ilişkilerin bozulmasını şu şekilde ifade etmiştir:Recep Tayyip Erdoğan bizimle ilişkilerinde dostluk ve kardeşlik ilişkisinin ötesine geçerek içişlerimize karışma yönüne gitmiştir.Oysa biz egemen bir devletiz.Kendisine saygısı olan bir devletiz.Hiçbir şekilde dışardakilerin bizim işlerimize karışmasına izin vermeyiz.(14)

AKP iç savaşın ortasında kalan Suriye halkına Türkiye kapılarını açmıştır.Birleşmiş Milletler'in açıklamalarına göre Türkiye'de 2015 itibariyle 1.8 milyon Suriyeli bulunmakta ve her geçen gün sayıları artmaktadır.Bu durum Türkiye'de yaşayan insani müdahalenin doğru olduğunu düşünen insanlar tarafından olumlu karşılanırken,ekonomik sıkıntıların artacağı ve yaşam kalitesinin düşeceğini düşünen insanlar tarafından olumsuz karşılanmıştır.

SONUÇ
Sonuç olarak,tarihin neredeyse her döneminde kanlı savaşların,zulümlerin yaşandığı Ortadoğu coğrafyasının bir parçası olan Suriye'de iç savaşlar devam etmekte ve insanlar hayatlarını kaybetmektedir.Türkiye bu durumu desteklememekte ve bu anlaşmazlıklar doğrultusunda Türkiye-Suriye ilişkileri olumsuz yönde ilerlemektedir.

Türkiye'nin Suriye ile İmtihanı -1

0 yorum
Türkiye'nin kendi bağımsızlık mücadelesini verdiği dönemde,Suriye de Fransızların manda yönetimine karşı mücadele etmekteydi.Zorlu bağımsızlık mücadeleleri sonunda Türkiye 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bu arzusunu hayata geçirmiş,Suriye içinse bu zafer ancak 1946 yılında mümkün olabilmiştir.Mücadele yıllarında iki devletin de ortak düşmanı Fransa'dır ve iki ülke de Fransa'yı bölgeden uzaklaştırmak istemektedir.1937 yılında Atatürk Suriye'nin Fransa'ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi hakkındaki düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir:''Türkiye Cumhuriyeti'nin arzu ettiği şey Suriye'nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır.''(1) Atatürk bu düşüncesini beyan ettiğinde Suriye Fransa'nın işgali altındaydı .Ortadoğu'nun zenginliklerinden faydalanmak isteyen Fransızlar ülkeden çıkmak istememekteydiler.

Bu dönemde Atatürk Fransa'ya karşı sert bir üslup takınmaktaydı ve sömürge düzenine karşı tepkisini şu şeklide dile getirmişti:''Kuvvet,ille de gerekiyorsa,emperyalizme karşı kullanılacaktır.Ben ve hükümetin sizin tam bağımsızılığınızı istiyoruz.Eğer Fransızlar mani olursa Fransızlara da söyleyecek sözümüz vardır.Ona da kefilim.Suriyelilerin ordusu yoktur.Fakat bizim ordumuz kafi.Söz veriyorum:İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım.Temenni ederim ki buna mecbur olmayalım.''(2)

Atatürk bu cümleleriyle realiteden yararlanarak,Ortadoğu'ya hakim bir Fransa'nın er ya da geç Anadolu üzerinde emperyalizm temelli düşüncelerini devam ettireceğini ,gelecekte gözünü tekrar Anadolu'ya dikeceğini tahmin etmekteydi ve bu yüzdendir ki Fransa'yı bölgede istemiyordu.

SORUNLAR
Türkiye ve Suriye arasında birçok sorun somut olarak kendisini göstermiş,bu sorunlar devletler arasındaki iplerin gerilmesine hatta zaman zaman kopma noktasına gelmesine zemin hazırlamıştır.Özellikle Hatay,Su ve Güvenlik Sorunları devletlerin dış politikada hassas,bir o kadar da agresif politikalar izlemesine neden olmuştur.

Hatay'ın Suriye sınırları içerisinde kaldığı ve Suriye'nin de Fransa'nın himayesinde olduğu bu dönemde,Hatay Sorununun ciddiyeti Mustafa Kemal Paşa'nın:''Kırk asırlık Türk yurdu düşman eline kalamaz.'' ifadesinde kendisini bulacaktır.Artık Hatay,Atatürk'ün yüreğinde kordur.Asırlar boyu Türk'e yurtluk eden,halen de üzerinde Türklerin yaşamakta olduğu Hatay,Türk yurdunun ve Türk milletinin bir parçası olarak,ayrı yaşayamazdı.Milli birlik,bütünlük ve milli bünyeden ayrı kalamazdı.İç ve dış durumu son derece etkin biçimde değerlendiren Atatürk,tarihin akışı içinde bu gerçeği dünyaya onaylatmanın gününü ve saatini bekleyecekti.Hatay,önce mutlaka bağımsızlığa kavuşacak,sonra da Türk yurdunun bölünmez bir parçası olarak,milli bütünlükteki şerefli yerini alacaktı.(3)

Nitekim henüz çok genç olan Cumhuriyetin güçlenmesi ve doğru zamanda dünya kamuoyuna Hatay'ın Türk yurdu olduğunu kabul ettirme düşüncesi akıllardan hiç silinmeyecek bir hedef olarak hafızalarda kalmıştı.

1920 Mondros Mütarekesi'yle Hatay Fransızlar tarafından işgal edilmiştir.20 Ekim 1921'de, Fransa ile imzalanan Ankara Antaşması'nın 7.maddesine göre Sancak,Suriye sınırları içerisinde kalacak;burada özel bir idare kurulup,Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır,resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.(4)Lozan Antlaşması da Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dahil olmasını sağlayamamıştır.

Türk Hükümeti Hatay'a bağımsızlık verilmesi için yaptığı toplantılardan bir netice alamamış,Fransa'ya nota vermiş ve Hatay Sorunu'nu ne kadar önemsediğini göstermiştir.Atatürk TBMM konuşmalarında Hatay konusu üzerinde durmuş ve vurgulamıştır.Fransa büyükelçisi ile olan bir konuşmasında ise: ''Hatay benim şahsi davamdır.Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz.'' demiştir.(5)

Tüm bu gelişmelerin bir uzantısı olarak 27 Ocak 1937'de Milletler Cemiyeti'nde Hatay'ın bağımsızlığı kabul edildi.Fransa yaşadığı ve yaşayabileceği iç ve dış sorunları düşünerek Türkiye ile karşı karşıya gelmek istemedi ve askeri bir anlaşma yaptı.Anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim kabul edilerek,bunun için de bir kısım asker gücünün Hatay'a girmesine karar verildi.Kurmay Albay,Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri,Hatay'a girdi.13 Ağustos'ta seçimler yapıldı ve Meclis çoğunluğunu Türkler kazandı.Böylece bağımsız Hatay Cumhuriye 12 Eylül 1938'de kuruldu.Bu Cumhuriyet ise,30 Haziran 1939'da Türkiye'ye katılma kararı aldı.(6)

Türkiye'de cumhuriyetin ilanı ve Arap dünyasında mada rejimlerinin kurulması sürecinde ortaya çıkan karşılıklı ilgisizlik ve psikolojik uzaklık,Hatay'ın 1939'da Türkiye'ye katılmasıyla siyasi huzursuzluğu dönüştü.(7)

1980'lerin sonunda buna ek olarak su sorunu ortaya çıktı.Türkiye Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında barajlar yapmaya başlayınca,Suriye bundan şikayetçi oldu ve kendisine yeterince su gelmediğini iddia etti.Su sorunu 1990'lı yıllardaki ilişkilerde oldukça önemli bir yer tuttu.Suriye bu su meselesini bir Arap meselesi haline getirdi ve bu bağlamda Arap Ligi'nin gündemine koydu.''Türkler Arap suyunu kontrol ediyorlar.'' diyerek de Arap Ligi'nde çeşitli kararlar çıkardılar.

Su ve PKK sorunları,Soğuk Savaş'ta iki ayrı blokta yer alan ve dış politikaları güvenlik algılamaları çerçevesinde şekillenen Türkiye ve Suriye arasında ,1970'lerden itibaren ortaya çıkan gerginlikleri artırıcı ve sistemsel sorunlar olarak nitelendirilebilir.İki sorun da,Türkiye-Suriye ilişkilerinin durumuna göre dış politika aracı olarak kullanılmıştır.Hafız Esad ülke içerisinde tehdit unsuru olarak görmediği Kürt azınlığı,Türkiye'nin elindeki su kozuna karşılık bir baskı aracı olarak periyodik biçimde kullanmak istemiştir.Türkiye'nin Suriye'yi düşman olarak algılayışı ise büyük ölçüde terörizm konusundaki endişelerinden kaynaklanmıştır.(9)

1979 yılında Şam yönetiminin Kürdistan İşçi Partisi(PKK) lideri Abdullah Öcalan'ı topraklarına kabul etmesi Türkiye ile Suriye arasında savaş çanları olarak nitelendirildi.Öcalan yıllarca Suriye'nin denetimindeki Lübnan'ın Bekaa Vadisi'nde ağırlandı,burada kurulan kamplarda PKK'lılara eğitim verildi ve örgütün kongreleri Suriye'de toplandı.

Tüm bu arka plandan sonra dönemin Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral Atilla Ateş Hatay ziyareti sırasında yaptığı sert uyarılar Türkiye'nin Suriye hakkındaki tutumunu açıklar nitelikteydi:Bazı komşularımız,özellikle ismini açıkça söylüyorum,Suriye gibi komşular,iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar.''(10)şeklindeki sert açıklamaları ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in :''Suriye'ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu ve artık sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum.''(11) şeklindeki açıklamaları devletlerin arasındaki ilişkilerin ne doğrultuda gittiğini göstermekteydi.

YAKINLAŞMA SÜRECİ
1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye Suriye ilişkilerini gergin dönemlerini geride bırakmıştı ve normalleşme sürecine girilmiştir.İki ülke ilişkilerinin karşılıklı güven zemine oturtulmasına çalışılmıştır.(12)

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in 2000 yılında vefat eden Hafız Esad'ın cenaze törenine katılması yaklaşık 10 yıl sürecek olan Ankara-Şam baharının başlangıcıdır.Bundan sonraki süreçte ilişkiler iyi yönde ilerlemiş,iki ülke birbirini yeniden tanıma sürecine girmiştir.

ABD'nin 2003'te Irak'a girmesiyle Suriye kendini güvensiz hissetmiştir.Irak'ın işgaliyle ekonomik ve siyasi olumsuzluklar yaşayan Suriye dış politikada yalnız kalmamak ve elini güçlendirmek için bir ortak arayışına girmiştir.Irak'ta olası bir Kürt devletinin kurulma ihtimali Suriye'yi rahatsız etmiştir.Irak'taki merkezi yönetimin güçlü olmasını isteyen Türkiye ve Suriye ortak bir paydada buluşmuşlardır.Yüzü Batı'ya dönük olan Türkiye ile yakınlaşma,Suriye'nin dış politikası açısından önem teşkil etmekteydi.Bu yakınlaşma Türkiye'nin Arap Dünyasına açılması,Suriye'nin de Batı dünyasıyla ilişkilerini geliştirme düşüncesinin anahtarıydı. 2008 yılında İsrail'in Gazze'yi abluka altına alması Türkiye tarafından sert bir dille kınanmıştır.Ardından da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2009 yılında Davos'taki çıkışı,İsrail ile Türkiye arasında gerginlik yaratmış ve Türkiye'nin İsrail karşıtı bir tutum içerisine girmesi Suriye yönetimi tarafından yakından izlenmiştir.

Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın Türkiye'ye geldiği sırada yapılan karşılıklı görüşmeler sonucunda(16 Eylül 2009'da) Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'nin kurulması kararlaştırılmıştır.Aynı gün içerisinde,Suriye ve Türkiye Dışişleri Bakanları,Türkiye ile Suriye arasındaki vizeleri kaldıran anlaşmayı imzalamıştır..


 
© 2013 Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler | Designed by Making Different | Provided by All Tech Buzz | Powered by Blogger