Bazı şeyler var ki insanlık için oldukça “yeni”, ayak uydurmak ve hele anlamaya çalışmak bu anlamda oldukça zor. Siyaset Bilimi ve Tarih bilgisi içinde bakarsak insanlık kadar eski ancak, bir takım dönüşümlere bağlı olarak oldukça “yeni” sayılan bu durumu kısaca “seçmek” olarak adlandırabiliriz. Tabii seçmek, karar vermek ve sonuçlarına katlanmak gibi bağlantılarıyla ele alındığında daha karmaşık bir hal almaktadır. Erich Fromm “özgürlükten kaçış” ve “itaat üzerine” adlı çalışmalarında aslında bir çerçevede bu duruma vurgu yapmaya çalışmaktadır. Onun ifade etmiş olduğu temelden hareket edersek, From’a göre, “İnsanlık ilk itaatsizlikle başladı, (korkarım) itaatle son bulacak” şeklindedir. Kitabında, Adem ile Havva örneğinden başlayarak, Prometheus’un tanrılardan ateşi çalıp insanlara vermesi ilk itaatsizlik örnekleri olarak sunulur. Kısaca, Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vererek bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Çektiği sıkıntılar bir yana zaten o yüzden cennetten kovulmuş, insan olmuştur. Aslında bu örnek bir biçimde verilmiş olan kararların sorgulanması olarak karşımıza çıkar. Kısaca Prometheus vermiş olduğu kararın tüm sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır. Efsane onun almış olduğu karar yüzünden çekmiş olduklarını anlatırken bile insanlığa ciddi bir gözdağı vermektedir. Kısaca her kararın bir sorumluluk alanı yarattığı ve kararı verenin sonuçlarına katlanması gereği “özgürlük” sorunu temelinde oldukça güzel ve özlü biçimde tartışılmış olacaktır.
Bu efsanelerin neresinden bakarsak bakalım, karar bir tercihtir ve ilk dönemden itibaren insanı en çok sorgulamaya iten bir süreç işlevi görür. Teokratik bir düzen anlayışından demokratik dediğimiz düzen anlayışına geçiş tüm bu sıkıntı ve sancıları içinde barındırmaktadır. Demokrasinin, hele ki “temsili” olanının kaçıncı yılındaysak kendi “doğru ve yanlışlarımız” ile karar almaya başlamamızın da aynı yıllarındayız. Halk egemenliği, yönetimi gibi kavramlardan yola çıkacaksak, Fransız İhtilali ve sonrasını konuşuyoruz demektir ki çok daha sınırlı bir dönem anlamına gelmektedir. Nihayet, halk olarak karar vermeye başlamamızın henüz 226 yılındayız diyebilirim. Şurada yönetim bilimi olarak kendi kararlarımızı almaya başlamamızın daha 3. asrına bile üççeyrek asır uzakta olmamız, insanlık tarihi açısından “karar alma” konusunda ne kadar “yeni” olduğumuzu sanırım açıklar. Bu kadar “yeni” olduğumuz bir konuda konuşmaya çalışmak ve hele ki sonuçlarını öncesinden tartışmaya ve anlamaya çalışmak karar süreçlerini daha da anlaşılmaz kılmaktadır.
Seçim, demokratik yönetim ve uygulamaların en temel biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu bir başka açıdan ele alırsak, 200 yıl öncesine kadar yönetim süreçlerinde, “karar ve seçim” ayrıcalıklı biri ve/veya birilerinin işi olarak tanımlanmıştı. Bugün hala sınırlılıkları devam etse bile daha genele yayılmış biçimde süreç devam etmektedir. Sosyal yaşamda seçim ise günlük ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan sınırlı tercihler, eş, iş ve dahası ehil olmak anlamında yaş ve özürlülük halleri dâhil görece karar vermede daha tecrübeli olduğumuzu düşündüğümüz bir durumdur. Eski sınırlı hali bir kenara “demokrasi” artık karar sürecine her geçen gün daha fazla insanın dâhil edilmeye çalışıldığı, yeni karar alma, sorumluluk alma ya da kaçınma biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Seçim bir yöntem olurken, amacın alınan kararın sorumluluğunu yaymak biçiminde olduğu tartışılabilir. Böylece alınan karar ile kurulan çoğunluk ilişkisi sorumluluk alanının genişlemesi olduğu kadar zaman zaman alınacak karar ve uygulamaların sulandırılması biçiminde (Başkanlık Sistemi gibi) farklı tartışmaları gündeme getirmektedir. Kısaca seçim, bir karar verme süreci ve hangi teknikle yapılırsa yapılsın sonuçları ve yorumları oldukça tartışmalıdır. Tüm bu tartışılır hali göz önüne alınarak, geçtiğimiz günlerde yapılmış olan seçim ve sonuçları benzer biçimde birazdan ele alınıp, tartışılacaktır.
Seçim sonuçlarını hepimiz kendimizce yorumlamaya çalıştık. Kazananlar, kaybedenler liste halinde tartışılmaya başlandı. Koalisyon biçimleri ile birlikte kurulacak hükümetin nasıl olacağı tartışılırken, partilerin kırmızıçizgisi olanı ile olmayanı bir biçimde sınırları tanımlanmaya çalışıldı. Kimi sonuçları ceza olarak okurken, kimi bu sonuçları ödül gibi değerlendirdi. Nihayet hala “derin” olan bazıları ise bu kararı beğenmeyerek, “doğru” karar vermesi için halka bir fırsat daha verilmesi kanaatini ifade etmeye başladı. %84’e oldukça yakın bir katılımın olduğu dahası birçok demokratik ülkeden daha fazla katılımın olduğu, 25. Dönem milletvekilleri böylelikle dört yıl için seçilmiş oldu. İsterlerse bu yetkiyi dört yıl beklemeden kullanabilirler. Vekillerin eskiden emekli aylığı 5434 sayılı Kanun’a göre hesaplanıyordu ve en az 2 yıl vekillik yapmış olmaları gerekiyordu. Artık 5510 sayılı Kanun’a göre emekli aylıkları hesaplanıyor ve yaş sınırını hak ettikleri anda 2 yıl beklemelerine gerek yok. Vekil oldukları anda milletvekili emekli aylığı alabiliyorlar. Hem emekli maaşı hem vekillik maaşı vererek toplum onlara bir biçimde her türlü güvenceyi vermiş oldu. 2012’de yapılmış olan bu düzenlemeden anlaşılıyor ki partiler şu an içinde bulunduğumuz durumu daha önceden görmüşler gibi.
Kısaca bu seçim bana göre; anlayana bir sürü şey söylemektedir. Öncelikle bu seçim sonucundan ortaya çıkan en belirgin irade, yönetmek için hiç kimseye tek başına bir yetki verilmemiş olduğudur. ‘Gezi Olayları’ sürecini değerlendirirken ifade etmiş olduğum gibi, artık koalisyonlar dönemi başladı. Koalisyonları sürekli olarak topluma “ekonomik” kriz olur gerekçesi ile kötü gösteren anlayışın artık tükendiği aşikâr. Demokratik krizi sürekli ekonomik krize feda etmiş bir toplumun suskunluğunu “huzur” olarak algılayan zihniyetin dönemi artık sona erdi.
Ludwig Wittgenstein’ın meşhur son sözü, malûm: “Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmamız gerekir”. Genel bir suskunluk değil, belirli bir şey hakkında susmaktır bu da; politik bir anlamı olan susmak, neyin hakkında sustuğunu hem kendi bilerek hem cümle âleme aşikâr ederek susmaktır. Seçim sonuçları hepimizin bildiği ama konuşamadığını bize açıkça ifade etmektedir. Konuşmak için herkesin edepli davranması, demokrasi adabı için kuşkusuz oldukça önemlidir. Belki de toplum adaba davet ediyor tüm parti ve başkanlarını. Çünkü son iki haftadır, huzurlu bir suskunluk sardı her tarafı. Tanıl Bora’nın bir dönem susmak üzerine yazmış olduğu yazısının sonuç kısmından aktarmak istedim. “Niyetim “suskunluğa övgü” değil; bir susma etiğinin imkânlarını hatırlatmak. Susmanın sadece mesajlarını değil, onarıcılığını da düşünerek. Zaman zaman susmanın, söze de iyi geleceğini bilerek. Söze tutkun, sözle meşgul hepimizin, bunu kendine hatırlatması lazım ara sıra.”
Bence toplumun konuştuğunun en güzel göstergesi, Anayasa’dır. Tüm partilerin şikâyetçi olduğu bir Anayasa var elimizde ve toplum onlara büyük bir fırsat verdi. Gelin kendinizi “kurucu meclis” olarak görün, her türlü eğilimi biz sizde yansıttık. Birlikte bir anayasa yapmak üzere birleşin. Anayasa ve seçim sistemi dâhil tüm sorunları çözümlediğinize inandıktan sonra, seçime gidin ve ondan sonra biz sizin eforunuza ve katkınıza bakarak size iktidar/ hükümet etme yetkisini sunalım. Unutmayın daha sırada belki de en önemlisi duruyor, “Medeni Kanun”. 1926 yılından beri İsviçre’nin medeni kanununu kullanan bu toplum kendi “medeni” kanununu inşa edecek, tartışacak medeniyet seviyesine geldiğine kuşkusuz önce birilerinin, sonra toplumun inanması için kim bilir daha ne kadar geçecek.
0 yorum:
Yorum Gönder